İnsanın en önemli
özelliklerinden biri de onun düşünen ve akleden bir varlık olmasıdır.
İşte Kur’ân ayetleri, ikna edici üslubu ile, apaçık delilleri ile,
anlatım gücü ile beyinleri donatır, kuşatır ve onları harekete geçirir.
Öyle doldurur ve harekete geçirir ki beyinlerden fışkıran enerji söz ve
davranışlarla dış dünyaya yansımaya başlar. Bunun için Kur’ân sürekli
çalışan, hareket halinde olan ve kullanılan bir akıl ister.
Sürekli insanı düşünmeye çağırır, hem de derinlemesine ve ince ince düşünmeye, “taakkula, tefekküre, tedebbüre, teemümle” çağırır. Bu yüzden de akıl kelimesi yalın olarak Kur’ân’da geçmez, Kur’ân’da akletme ile ilgili kavramlar fiil kalıbında geçer.Kur’ân’ın bu yönünden yararlanabilmek için gönüller gibi, akılların da ona açılması gerekir. Akılların ön yargıların bağından kurtularak özgürce çalışması, Kur’ân’ın berrak ilkeleriyle donatılması, düşüncelerin onunla kurulması gerekir. Bunun için akılların nefis ve şeytanlara kiraya verilmemesi gerekir…
DÜŞÜNEN KALPLER, AKLEDEN KULAKLAR!
Bu konudaki Kur’ân’daki yüzlerce ayetten bir kaçı şöyledir: “Kur’ân’ı derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitler mi var? (47 Muhammed, 24)
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanların akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (22 Hac, 46)
“Size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye.” (69 Kalem, 12)
Aslında insan aklıyla düşünür, kulağıyla da dinler. Ancak ayetlerde kalp ile akletme ve kulakla anlama vurgusu yapılmıştır. Bunun anlamı şudur, bütün organlar kalple irtibatlı çalışmalıdır. Çünkü kalp imanın merkezidir. Organlardan mü’mince eylemlerin sadır olması için onların iman merkezi ile irtibatlı çalışması kaçınılmazdır. Buna göre kalp ile düşünme, kalp ile görme, kalp ile dinleme, kalp ile dinleme, kalp ile eyleme devreye girecektir. Artık düşünmeler, görmeler, duymalar, hissetmeler kalpsiz/ruhsuz/ imansız ol(a)mayacaktır. Zaten gönülle irtibatlı olmayan, gönülden olmayan eylemler ruhsuz, sığ ve seküler kalacaktır.Bunun için kalpte kökleşen iman, tüm organlara ve onlardan sadır olacak davranışlara yansıyacaktır.
Bir örnek verecek olursak, namaz ibadeti gönülden gelmezse, kalpsiz olur ve münafıkça yatıp kalkmaktan ibaret kalır. Tüm davranışlara değer kazandıran niyetlerdir. Niyetlerin asıl yeri ise kalptir. Diğer ibadet ve davranışlar için de durum böyledir. Çünkü kalp, eşyayı aklın nuruyla kavrar. Burada akıl göz mesabesindedir, din ise görmeyi sağlayan ışıktır. Din, aklın yöneticisidir. Dinin yönetim ve denetiminde olmayan akıl her zaman yanlış yapabilir, yoldan sapabilir.
Bunun için hadiste; “Mü’minin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” buyurulmuştur.
Evet, gerçekten de öyledir. Firaset sahibi mü’min, Allah’ın nuruyla, vahyin aydınlığında bakar, anlar ve yorumlar.
AKLIN KAVRAYAMADIĞI
Aklı yöneten ve onu denetleyen din, akla sürekli düşünmeyi tavsiye eder. Bu konuda akla çok büyük bir özgürlük alanı tanır. Ancak yine tamamen aklın menfaatine olarak akıl terazisinin kaldıramayacağı bazı şeylere ölçüsüzce girmesini men eder. Kur’ân’ın müteşabihler dediği alan bu alandır. Bu alan oldukça dardır.Aklın tam olarak kavrayamayacağı şeyler bu dar alanın içerisindedir. Allah’ın zatı, kıyamet, ahiret ahvali, ruhun mahiyeti, vahyin mahiyeti, levh-i mahfuzun mahiyeti gibi şeyler bunlardandır.Nitekim bu konuda ayette şöyle buyurulmuştur: “Sana Kitap’ı indiren O’dur. Onda Kitap’ın temeli olan kesin anlamlı uhkem ayetler vardır, diğerleri de müteşabihlerdir.
Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar:
«Ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır» derler.
Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” (3 Âl-i İmran, 7)
Peygamberimiz de; “Allah’ın nimetleri hakkında derinlemesine düşünün, ancak Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin.” buyurmuştur. Kur’ân, “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (3 Âl-i İmran,191) derken ayakta iken, otururken, yatarken/her halükarda düşün, derinleş, doğru ve güzel düşün, istinbat et/üret mesajı vermektedir. Kur’ân’ın hedeflediği bu akl-ı selîm ve kalb-i selim sahipli doğru düşünmenin gerçekleşmesi için ise takip edilmesi gereken yolları şöyle özetleyebiliriz:
OKU VE YÜKSEL!
Kur’ân oku emri ile başlar, ancak Kur’ân, birden fazla farklı okuma kavramı kullanarak okumanın farklı versiyonlarına ve sonuçta kâmil anlamda okumaya yönlendirir. Şöyle ki Kur’ân kıraat kökünü kullanarak, anlayarak anlamayarak her çeşit okumaya dikkat çeker. Ardından tilavet kavramını kullanarak özellikle anlayarak okumaya, ardından tertîl kavramı ile en ileri derecede hakkını vererek, anlayarak ve yaşayarak okumaya vurgu yapar. Buna göre dünya ve ahrette yükselmek için okumak gerekir. Kur’ân’ın hedeflediği kâmil bir okuma için okuduğunu doğru anlamak ve yaşamak gerekir. Bunun için ise derinlemesine düşünmek, okuyup anladıklarını özümsemek, hazmedip harekete dönüştürmek lazımdır.
Bu konudaki nebevî yönlendirme şöyledir:
“Kur’ân’ı okuyup gereğini yerine getiren kimseye ahirette şöyle denir: ‘Oku ve yüksel.’
Dünyada nasıl ağır ağır okuduysan öyle oku. Çünkü senin makamın, okuyacağın en son ayetin yanıdır.(Tirmîzî, Sevâbü’l-Kur’ân 18; Ahmed, II, 192, 471)
KULAK VER/DİNLE!
Kur’ân’da yer alan pek çok ayet dinlemeyi, ama anlayarak ve gereklerini yerine getirerek dinlemeyi âmirdir. Anlamadan ve gereklerini yerine getirmeden dinleyenleri ise Kur’ân, dinlememişlerle bir tutar. İşte bu konudaki ayetlerden bir kısmı:
“Ancak kulak verenler daveti kabul ederler.”(6 Enâm, 36)
“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.” (7 Arâf, 179)
“Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasınız.” (7 Arâf, 204)
“Kulak veren toplum için bunlarda ayetler vardır.” (10 Yunus 67)
“Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.” (50 Kâf, 37)
“Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık derler.” (67 Mülk, 10)
“İşte Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.” (16 Nahl, 108)
DERİNLEMESİNE DÜŞÜN!
Kur’ân akleden, aklını kullanan, derinlemesine düşünen bir topluma inmiştir. Bu konuda yüzlerce ayet vardır Kur’ân’da. Onlardan bir kaçı şöyledir:
“Düşünmez misiniz?” (2 Bakara 44)
“Pek kıt düşünüyorsunuz.” (27 Neml, 62)
“Düşünen kimseler için deliller vardır.”(2 Bakara, 164)
“Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.” (2 Bakara, 219)
“Kur’ân’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (4 Nisa 82)
“Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.” (38 Sâd, 29)
“Bunlar Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” (47 Muhammed, 24)
Kur’ân’da akletme ile ilgili pek çok kavram kullanılmıştır. Bu kavram zenginliği çok yönlü düşünmeye işaret etmek içindir. Tefekkür-tedebbür-tezekkür-taakkultefakkuh kavramları pek çok ayette geçer. Bu kavramlar arasında çok ince nüanslar vardır, şöyle ki:
Tefekkür: Aklın kullanılması, zihnin bir şeyde yoğunlaşması anlamınadır. Kur’ân aklî delillerden sonra tefekkürü ister.
Tedebbür: Akıbet, arka planını kavrama, derinlemesine düşünme anlamınadır.
Tezekkür: Hatırlama, öğüt alma, özümseme anlamınadır.
Teakkul: Aklı doğru kullanma, aklı duyguların esaretinden kurtarma demektir.
Tefakkuh: Derinlemesine bilmek, anlamak, kavramak anlamınadır.
Bunu şöyle formülize edebiliriz: teffekkür+teakkul=tefakkuh Kullanılan her bir kavram, düşünmenin farklı yönlerine işaret ediyor, çok yönlü düşünmeyi istiyor. Kullanılan bu kavramların hepsinde tekellüf vardır. Bu ise emek verme, beyni zonklatma, zorlama ve yoğunlaşmayı gerektirir. Bu seçiciliği ile Kur’ân yüzeyselsığ düşüncelerden çok, derinlemesine düşünmeyi hedefler.
DOĞRU ANLA!
Bu oku, dinle, düşün emirlerinden sonra Kur’ân anlamayı, ama doğru anlamayı istiyor bizden. Bu konuda o şöyle buyurur:
“Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” (4 Nisa, 78)
“Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar.” (9 Tevbe, 87)
Kıyamet günü geldikleri zaman Allah: «Ayetlerimi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa yaptığınız neydi?» der.” (27 Neml, 84)
Bütün bunlardan sonra Kur’ân, okuyup, dinleyip anladıklarını uygula, yaşa ve yaşat emirlerini verir. Kur’ân bilinçli bir ameli hedefler. Tüm amellerin bilinçli yapılmasını ister.Kur’ân’ın düşünce dünyamızı inşa eden bu açıklamalar ışığında şimdi kendimize şu soruları soralım: Bizim düşünce dünyamız kimin emrinde, biz aklımızı kime/ neye kiraya vermişiz? Bizim okumamızı, duymamızı, düşünmemizi, anlamamızı, kavramamızı sağlayan organlar kalbin, dolayısıyla imanın emrinde mi yoksa başka şeylerin emrinde mi? Sahi bizler, beyni eskir diye düşünmekten korkanlardan mıyız? Bizim akıllarımız, işlevsel akıl mı, yoksa pasif akıl mı?
Akleden, aklını kullananlardan mıyız, yoksa akletmeyen, kıt düşünen, aklını yanlış yerde kullananlardan mıyız?
Sürekli insanı düşünmeye çağırır, hem de derinlemesine ve ince ince düşünmeye, “taakkula, tefekküre, tedebbüre, teemümle” çağırır. Bu yüzden de akıl kelimesi yalın olarak Kur’ân’da geçmez, Kur’ân’da akletme ile ilgili kavramlar fiil kalıbında geçer.Kur’ân’ın bu yönünden yararlanabilmek için gönüller gibi, akılların da ona açılması gerekir. Akılların ön yargıların bağından kurtularak özgürce çalışması, Kur’ân’ın berrak ilkeleriyle donatılması, düşüncelerin onunla kurulması gerekir. Bunun için akılların nefis ve şeytanlara kiraya verilmemesi gerekir…
DÜŞÜNEN KALPLER, AKLEDEN KULAKLAR!
Bu konudaki Kur’ân’daki yüzlerce ayetten bir kaçı şöyledir: “Kur’ân’ı derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitler mi var? (47 Muhammed, 24)
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanların akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (22 Hac, 46)
“Size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye.” (69 Kalem, 12)
Aslında insan aklıyla düşünür, kulağıyla da dinler. Ancak ayetlerde kalp ile akletme ve kulakla anlama vurgusu yapılmıştır. Bunun anlamı şudur, bütün organlar kalple irtibatlı çalışmalıdır. Çünkü kalp imanın merkezidir. Organlardan mü’mince eylemlerin sadır olması için onların iman merkezi ile irtibatlı çalışması kaçınılmazdır. Buna göre kalp ile düşünme, kalp ile görme, kalp ile dinleme, kalp ile dinleme, kalp ile eyleme devreye girecektir. Artık düşünmeler, görmeler, duymalar, hissetmeler kalpsiz/ruhsuz/ imansız ol(a)mayacaktır. Zaten gönülle irtibatlı olmayan, gönülden olmayan eylemler ruhsuz, sığ ve seküler kalacaktır.Bunun için kalpte kökleşen iman, tüm organlara ve onlardan sadır olacak davranışlara yansıyacaktır.
Bir örnek verecek olursak, namaz ibadeti gönülden gelmezse, kalpsiz olur ve münafıkça yatıp kalkmaktan ibaret kalır. Tüm davranışlara değer kazandıran niyetlerdir. Niyetlerin asıl yeri ise kalptir. Diğer ibadet ve davranışlar için de durum böyledir. Çünkü kalp, eşyayı aklın nuruyla kavrar. Burada akıl göz mesabesindedir, din ise görmeyi sağlayan ışıktır. Din, aklın yöneticisidir. Dinin yönetim ve denetiminde olmayan akıl her zaman yanlış yapabilir, yoldan sapabilir.
Bunun için hadiste; “Mü’minin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” buyurulmuştur.
Evet, gerçekten de öyledir. Firaset sahibi mü’min, Allah’ın nuruyla, vahyin aydınlığında bakar, anlar ve yorumlar.
AKLIN KAVRAYAMADIĞI
Aklı yöneten ve onu denetleyen din, akla sürekli düşünmeyi tavsiye eder. Bu konuda akla çok büyük bir özgürlük alanı tanır. Ancak yine tamamen aklın menfaatine olarak akıl terazisinin kaldıramayacağı bazı şeylere ölçüsüzce girmesini men eder. Kur’ân’ın müteşabihler dediği alan bu alandır. Bu alan oldukça dardır.Aklın tam olarak kavrayamayacağı şeyler bu dar alanın içerisindedir. Allah’ın zatı, kıyamet, ahiret ahvali, ruhun mahiyeti, vahyin mahiyeti, levh-i mahfuzun mahiyeti gibi şeyler bunlardandır.Nitekim bu konuda ayette şöyle buyurulmuştur: “Sana Kitap’ı indiren O’dur. Onda Kitap’ın temeli olan kesin anlamlı uhkem ayetler vardır, diğerleri de müteşabihlerdir.
Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar:
«Ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır» derler.
Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” (3 Âl-i İmran, 7)
Peygamberimiz de; “Allah’ın nimetleri hakkında derinlemesine düşünün, ancak Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin.” buyurmuştur. Kur’ân, “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (3 Âl-i İmran,191) derken ayakta iken, otururken, yatarken/her halükarda düşün, derinleş, doğru ve güzel düşün, istinbat et/üret mesajı vermektedir. Kur’ân’ın hedeflediği bu akl-ı selîm ve kalb-i selim sahipli doğru düşünmenin gerçekleşmesi için ise takip edilmesi gereken yolları şöyle özetleyebiliriz:
OKU VE YÜKSEL!
Kur’ân oku emri ile başlar, ancak Kur’ân, birden fazla farklı okuma kavramı kullanarak okumanın farklı versiyonlarına ve sonuçta kâmil anlamda okumaya yönlendirir. Şöyle ki Kur’ân kıraat kökünü kullanarak, anlayarak anlamayarak her çeşit okumaya dikkat çeker. Ardından tilavet kavramını kullanarak özellikle anlayarak okumaya, ardından tertîl kavramı ile en ileri derecede hakkını vererek, anlayarak ve yaşayarak okumaya vurgu yapar. Buna göre dünya ve ahrette yükselmek için okumak gerekir. Kur’ân’ın hedeflediği kâmil bir okuma için okuduğunu doğru anlamak ve yaşamak gerekir. Bunun için ise derinlemesine düşünmek, okuyup anladıklarını özümsemek, hazmedip harekete dönüştürmek lazımdır.
Bu konudaki nebevî yönlendirme şöyledir:
“Kur’ân’ı okuyup gereğini yerine getiren kimseye ahirette şöyle denir: ‘Oku ve yüksel.’
Dünyada nasıl ağır ağır okuduysan öyle oku. Çünkü senin makamın, okuyacağın en son ayetin yanıdır.(Tirmîzî, Sevâbü’l-Kur’ân 18; Ahmed, II, 192, 471)
KULAK VER/DİNLE!
Kur’ân’da yer alan pek çok ayet dinlemeyi, ama anlayarak ve gereklerini yerine getirerek dinlemeyi âmirdir. Anlamadan ve gereklerini yerine getirmeden dinleyenleri ise Kur’ân, dinlememişlerle bir tutar. İşte bu konudaki ayetlerden bir kısmı:
“Ancak kulak verenler daveti kabul ederler.”(6 Enâm, 36)
“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.” (7 Arâf, 179)
“Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasınız.” (7 Arâf, 204)
“Kulak veren toplum için bunlarda ayetler vardır.” (10 Yunus 67)
“Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.” (50 Kâf, 37)
“Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık derler.” (67 Mülk, 10)
“İşte Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.” (16 Nahl, 108)
DERİNLEMESİNE DÜŞÜN!
Kur’ân akleden, aklını kullanan, derinlemesine düşünen bir topluma inmiştir. Bu konuda yüzlerce ayet vardır Kur’ân’da. Onlardan bir kaçı şöyledir:
“Düşünmez misiniz?” (2 Bakara 44)
“Pek kıt düşünüyorsunuz.” (27 Neml, 62)
“Düşünen kimseler için deliller vardır.”(2 Bakara, 164)
“Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.” (2 Bakara, 219)
“Kur’ân’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (4 Nisa 82)
“Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.” (38 Sâd, 29)
“Bunlar Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” (47 Muhammed, 24)
Kur’ân’da akletme ile ilgili pek çok kavram kullanılmıştır. Bu kavram zenginliği çok yönlü düşünmeye işaret etmek içindir. Tefekkür-tedebbür-tezekkür-taakkultefakkuh kavramları pek çok ayette geçer. Bu kavramlar arasında çok ince nüanslar vardır, şöyle ki:
Tefekkür: Aklın kullanılması, zihnin bir şeyde yoğunlaşması anlamınadır. Kur’ân aklî delillerden sonra tefekkürü ister.
Tedebbür: Akıbet, arka planını kavrama, derinlemesine düşünme anlamınadır.
Tezekkür: Hatırlama, öğüt alma, özümseme anlamınadır.
Teakkul: Aklı doğru kullanma, aklı duyguların esaretinden kurtarma demektir.
Tefakkuh: Derinlemesine bilmek, anlamak, kavramak anlamınadır.
Bunu şöyle formülize edebiliriz: teffekkür+teakkul=tefakkuh Kullanılan her bir kavram, düşünmenin farklı yönlerine işaret ediyor, çok yönlü düşünmeyi istiyor. Kullanılan bu kavramların hepsinde tekellüf vardır. Bu ise emek verme, beyni zonklatma, zorlama ve yoğunlaşmayı gerektirir. Bu seçiciliği ile Kur’ân yüzeyselsığ düşüncelerden çok, derinlemesine düşünmeyi hedefler.
DOĞRU ANLA!
Bu oku, dinle, düşün emirlerinden sonra Kur’ân anlamayı, ama doğru anlamayı istiyor bizden. Bu konuda o şöyle buyurur:
“Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” (4 Nisa, 78)
“Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar.” (9 Tevbe, 87)
Kıyamet günü geldikleri zaman Allah: «Ayetlerimi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa yaptığınız neydi?» der.” (27 Neml, 84)
Bütün bunlardan sonra Kur’ân, okuyup, dinleyip anladıklarını uygula, yaşa ve yaşat emirlerini verir. Kur’ân bilinçli bir ameli hedefler. Tüm amellerin bilinçli yapılmasını ister.Kur’ân’ın düşünce dünyamızı inşa eden bu açıklamalar ışığında şimdi kendimize şu soruları soralım: Bizim düşünce dünyamız kimin emrinde, biz aklımızı kime/ neye kiraya vermişiz? Bizim okumamızı, duymamızı, düşünmemizi, anlamamızı, kavramamızı sağlayan organlar kalbin, dolayısıyla imanın emrinde mi yoksa başka şeylerin emrinde mi? Sahi bizler, beyni eskir diye düşünmekten korkanlardan mıyız? Bizim akıllarımız, işlevsel akıl mı, yoksa pasif akıl mı?
Akleden, aklını kullananlardan mıyız, yoksa akletmeyen, kıt düşünen, aklını yanlış yerde kullananlardan mıyız?
Yazar : Prof. Dr. Ali AKPINAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder