18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Cennet Tasavvuru: Osmanlı Şehri



Zamanımızı geçirdiğimiz mekânlar aynı zamanda içinde bulunduğumuz medeniyetin de yansımaları olmuşlardır. Her toplum ev yapmaktadır ama yapılan binalara biçim veren insanların tercihleri kültürleri ve inanışlarıdır. Kâinatı Allah tarafından insanlara emanet edilmiş olarak gören ve onu korumayı ve güzelleştirmeyi görev bilen Osmanlı medeniyeti mimarî alanda çok önemli değerler ve eserler bırakmış bizlere.

Bu bağlamda Turgut Cansever’in ‘Osmanlı Şehri’ kitabı Osmanlı medeniyetinin şehircilik anlayışını kavramamıza ve ufkumuzu genişletmeye yardımcı oluyor, bizleri Osmanlı şehrinin sokaklarında gezdiriyor adeta. Osmanlı şehrinin daha kuruluş aşaması, neyin tayin edici, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor.

Mesela Fransa’da şehir planlamacısı şehir planını çiziyor, yolların nereden geçeceğini cetvelle gösteriyor ve inşaata başlanıyor. Osmanlıda ise bundan çok farklı bir süreç işliyor. Şehir bölgeyi tanımayan, topografyasını anlamayan plancılar tarafından masa üzerinde çizilmiyor.

Bir şehri kurmak için gelen işçiler ilk önce şehrin hamamını inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami, daha sonra etrafındaki evler ve mahalle inşa ediliyor yavaş yavaş. (s.103)

EVLER ŞEHİR YAPMAZ

Osmanlı dünyasında şehri şehir yapan yalnız evler değil; şehrin konumu, yapıları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, donanım ve bunlar tevzi eden, işleten kuruluşların bütünü şehri oluşturuyor. Mesela şehri konumlandırırken, dağların biçimini ben değiştiremem diyor.

Dolayısıyla şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyor, ayrıca yamaçların serin rüzgarlar aldığını da bilerek, insanının uzak ufuklara bakmasını istiyor ve aynı zamanda insanının ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdar olarak; onlara ev yaptığında yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, karşı dağları seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyor (s.95)

Osmanlı şehri asla Avrupa şehirleri gibi tek sıra halinde birbirinin aynısı binalardan oluşmuyor. Osmanlı şehri sürprizlerle dolu. Binalara birçok açıdan bakabiliyorsunuz. Dümdüz cetvelle çizilmek yerine akarsu gibi evlerin arasında kıvrılan sokaklar buna imkân tanıyor. İnsanı pasifleştiren bir sanat yerine bilinçli bir katılımcıya dönüştüren bir mimari hakim Osmanlı şehirlerinde.

Böyle olunca şehir ‘ahlakın sanatın felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak insanın bu dünyadaki vazifesini en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı bir ortam’a dönüşüyor. Aynı zamanda diğer milletler tarafından imrenilen estetik bir güzelliğe sahip oluyor.

Örneğin 19. yüzyıl Fransa’sının önemli edebiyatçılarından Alphonse de Lamartine Türkiyede geçirdiği 10 küsür sene hakkında yazdığı kitapta “Bu memleketin iki özelliği var ki bunları hiçbir Batılının tasavvur etmesine imkân yoktur.

Birisi bu memleketin temizliği ki hiçbir Batılı böyle bir temizliği tasavvur dahi edemez.İkincisi de memleketin güzelliği.” diyor. Nasıl demesin. Osmanlı şehrinde insanlar evlerinin dış boyasını değiştirirken bile komşusuna danışıyor. Ortak bir karar alıyor. Şehrin uyumunu bozmamaya özen gösteriyor.

İŞTE ÖRNEK KÖY

Osmanlı şehrine en güzel örneklerden biri Balkanlarda, Bosna Hersek’te yer alıyor. Mostar’ın güneyinde ve Neretva nehri üzerinde bulunan Poçitelj köyü mimarisi sebebiyle çevrede ‘ Türk Köyü’ olarak biliniyor. Cami, medrese, imaret ve saat kulesinin yanı sıra incir ağaçlarıyla gölgelenen ufak bahçeli, kubbeli ve üçgen köşeli çatılı, cumbalı taş evler kasabanın genel görüntüsünü oluşturuyor ve yüzyıllar önce inşa edilen bu yapılar hâlâ ayakta durarak bize Osmanlı mimarisinin estetik yönünün yanı sıra sağlamlık açısından da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteriyor.

Evliya Çelebi de 1664 yılında geçtiği Poçitelj’i şöyle anlatıyor:

“(1563 yılında inşa edilen camii hakkında): “Bahçesinde upuzun bir selvi ağacı bulunmakta. Efendimiz İbrahim Ağa’nın bir atası tarafından bu parlayan cami dikilmiş. Suyun yanında, kent duvarları boyunca onun şerefli erkek kardeşi yoksul vatandaşlara gündüz ve gece bedava ekmek ve çorba dağıttığı imaret inşa etmiş.

Perşembe akşamları, o baharatlı et ve lezzetli ve tatlı pirinç yemekleri dağıtır. Allah istedikçe imaret böylece kalacak...

Kasabada mekteb (ilkokul) bulunmakta. Daha sonra efendimiz İbrahim medrese inşa etmiş ve hamam ve hanlar yapmaları için zanaatkârlar göndermiş. Evler birbirlerinin üstüne ve batıya doğru nehre bakacak şekilde inşa edilmiş. Çok fazla ceviz ağacı bulunmakta. Hava koşulları ılıman olduğundan, diğer kasabalara göre daha iyi meyveler yetişmekte.”

ŞEHİR ADINA KATLİAM YAPILIYOR

Balkanlarda Osmanlı şehri özellikleri korunmaya çalışılırken maalesef Tanzimat sonrasında ülkemizde şehircilik adına katliamlar yapılıyor diyebiliriz. Bugün mimarlar iki bina yan yana gelince birbirleriyle ilişkisinin ne olacağını düşünmüyor. Eskiden evler birbirinin manzarasını kapatmamak için özenle inşa edilirken şimdi gökdelenler yüzünden gökyüzünü dahi göremiyoruz neredeyse.

Alışveriş merkezlerinde öyle steril ortamlarda yaşıyoruz ki rüzgârın esintisini bile hissedemiyoruz. Doğa ile irtibat kuramıyoruz. Evin penceresinden uzak ufukları seyretmek, bir ağacın İlahî iradeyle her mevsim nasıl değiştiğine şahit olmak artık mümkün olmuyor.

Tamamen doğadan kopmuş ‘yaşam alanı’ dediğimiz mekânlarda geçiyor günlerimiz. Belki de bir gün Wall-e filmindeki gibi her şeyi içinde barındıran ama kapalı ve klostrofobik mekânlarda yaşayacağız. Yeni yapılan mimari eserlerle artık şehirlere kimlik veremiyoruz.

Çünkü Osmanlı şehirleri gibi bütüncül bir üslup yakalayamıyoruz. Kâinat içinde dünyayı güzelleştirme görevi yerine, ‘insanları etkileyerek ve daha fenası insanların hislerini istismar ederek bu bayağılığın sanat olduğu zannını halka kabul ettiren, bunu yaparak kazanç ve itibar sağlamayı gizlice hesaplayan’ insanlar yapıyor binalarımızı.

‘İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir’ diyor Eflatun. Doğu kültürü ise sanatı sadece seyredilen değil ‘yaşanan’ olarak tanımlıyor. Osmanlı şehirleri de işte insanın bu en güzel erdemiyle yaşanabilir mekânlar inşa etmesinin en güzel örnekleri oluyor.

Günümüzde de eğer Osmanlı evi baz alınıp 17. yy Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir.
 
Yazar : Sümeyye EROĞLU
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder