17 Aralık 2012 Pazartesi

Tohumdaki Sır



Tohumdaki Sır
Tohumdaki Sır
Tohumların, kendilerini diğer cisimlerden ayıran çok önemli bir özellikleri vardır. Tohumlar ait oldukları bitkinin her dalına, her yaprağına, bu yaprakların sayısına, şekillerinin nasıl olacağına, kabuğunun ne renkte ve kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kok
ularına, şekillerine, renklerine dair -kısacası bir bitkiyle ilgili olabilecek- bütün bilgilere sahip cisimlerdir.
Karpuz çekirdeklerindeki detaylı tasarımı inceleyen bir insan çok önemli bir gerçeğe ulaşacaktır. Bu küçücük çekirdeklerin içinde, tadıyla, kokusuyla, koruyucu kabuğuyla kusursuz bir meyvenin bilgilerinin yerleştirilmesi bir yaratılış mucizesidir.
Peki tohum hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasaydık ve bu cismi ilk defa görüyor olsaydık, ne işe yaradığını da hiç bilmeseydik tohumların içinden hiçbiri diğerine benzemeyecek şekilde sayısız bitkinin çıkabileceğini, bu bitkilerin bir kısmının da metrelerce yüksekliğe ulaşabileceklerini tahmin edebilir miydik? Tabii ki böyle bir şeyi tahmin edemezdik. Kuru tahta parçası görünümündeki bir cisimden mis gibi kokan, çarpıcı renklere ve şekillere sahip sayısız çiçeğin; papatyaların, lalelerin, açelyaların, sardunyaların, nergislerin, güllerin, menekşelerin çıkacağını düşünemezdik. Türlü türlü meyvelerin; şeftalinin, hindistan cevizinin, armutların, ayvanın, dutun, kayısının yine bu tohumların oluşturduğu ağaçlarda yetişeceğini, küçük siyah, kahverengi ya da sarı cisimlerin böğürtlenleri, portakalları, mandalinaları, karpuzları, erikleri, biberleri, domatesleri oluşturacağını hayal bile edemezdik.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhteşem Mektubu






Kanuni Sultan Süleyman Mektubu

Allahu Teala’ya hamdolsun ki, 18 kale almışsınız ve 30 bin kızak Tersane-i Âmire’me göndermişsiniz ve 60 bin kâfirin kellesini kestiğin haberini vermişsiniz. Berhudâr olup dünyada ve ahirette yüzün ak ve ekmeğin sana helâl olsun.

Lakin bu hizmetlerin karşılığında bir tuğ (rütbe) istemişsiniz. Ya Gâzi Bâli Bey, tuğ vefa gereği verilmez. Eğer sen bu hizmeti ve bu iyiliği bize minnet edersen biz
dahi bundan önce sana 3 iyilik eyledik, onu söyleriz: Birincisi, sana “Müminlerin Emiri” diye hitab ettik; ikincisi başarılarının mükâfatı olarak “hil’at-ı fâhire” gönderdik; üçüncüsü Rasul-i Ekrem (sas) Hazretleri’nin fetihlerle dolu tuğunu verdik. Seni bu 3 şeyle yüceltip ödüllendirmiştik. Bunlardan büyük ihsân olmaz. İmdi sen de bu iyiliklere şükr eyleyesin ve şükrünü yerine getiresin.

Ve şunu da iyi bilesin ki: Beğlik iki kefeli bir teraziye benzer. Onun bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Bu fani dünyada bir saat adalet eylemek 70 yıl ibadetten üstündür. Hak Sübhanehu ve Teala cümlemizi mahşer gününde âdiller zümresinden eyleye ve o âkıbet gününü hatırınızdan çıkarmayasınız. Ateşin kuru ağacı yaktığı gibi amel defterimizi yaktığı o günden endişe kılıp basiret üzre olasınız.

Ve seraskerliğin ve beğliğin hasebiyle hükmümüzün yürüdüğü yerlerde meydana gelen haksızlıklardan ötürü ceza gününde azarlanırsak biz de senin yakana yapışıp o günde yakanızı elimden kolay kolay kurtaramazsınız. Gayet dikkatli hareket edesiniz, nefsine gurur getirmeyesiniz ve kendi kuvvetim ve kılıcımla memleket fetheyledim demeyesiniz. Memleket evvela Cenâb-ı Bâri’nin olup sonra halife-i ruy-i zemine ısmarlanmıştır. Ve bütün işleri Cenâb-ı Bâri Teâlâ’dan bilesiniz.

Ve işittim ki: Feth eylediğin kalelerin mal ve erzakına Beytülmal için el koymuş ve askerlerine dağıtmamışınız. Bu fiile rızam yoktur. Beşte birine Beytülmal için el koyup diğer kısmını İslam askerine dağıtıp bölüştüresiniz. Zira o ganimet İslam askerinindir.

Ve askerin ihtiyarlarını baban, ortancalarını kardeş ve küçüklerini oğulların yerine sayasın. Babanı hoş tutup ikramda bulunasın, kardeşlerine iyi bakıp saygı gösteresin, oğullarına da merhamet ve şefkat eyleyesin. Ve İslam askerine sıkıntı çektirmeyesin ve mâlik olduğun malını ve nimetini onlardan uzak tutmayıp dağıtasın ve askerin hazinesi yetmeyip sıkıntı çekersen bu tarafa bildiresin, Allahu Teâlâ’nın yardımıyla bin-iki bin kese göndermekten âciz değilim.

Ve reâya (köylü, üretici) tâifesini altından kalkamayacağı vergilerle rencide etmeyesin. Bu husustan çok kaçınasın ki, bizim reâyamız rahat görünce küffâr reâyaları bizim tarafımıza, meyil ve teveccühleri bizim canibimize olur. O yörenin kasaba ve şehrinde oturan ümmet-i Muhammed fukarasını teftiş edip araştırarak sadakaya muhtaç kimse varsa onlara devlet hazinesinden gıda maddesi veresin. Zira fakirler, Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri’nin makbul kullarıdır ve Müslümanların beytülmali (hazinesi), Allah’ın kullarının hakkıdır. Ve o taraflarda Peygamber Efendimiz’in evladından oturanlar varsa mukataât ve hazinelerden her birine günlük bir altın vazife tayin edesiniz ve onlara hiçbir şekilde sıkıntı çektirmeyesiniz.

Ve kadı ve hakimlerin başı, fazilet ve kelam madeni Mevlânâ Mustafa’yı (Allah faziletini ziyade eylesin) ordu-yı hümâyunuma kadı atayıp göndermişizdir. Ulaşınca şer’-i şerife son derece itaat edip boyun eğerek kurallara riayette kusur işlemeyesiniz. “Alimler, peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifiyle âmil olup riâyette kusur komayasınız.

Ve bir insanı bir hizmete kullanmak istersen sakın önceki hâline güvenmeyesiniz. Nice kimseler vardır, eline fırsat geçmediği için zühd ve takvâ yoluna girmiş görünür ama fırsatı ele geçirdiğinde Nemrud ve Firavun kesilir. O kimseleri tekrar tekrar işle tecrübe etmeden hizmetine almayasın. Eğer ilk hali sonraki haline uygun gelirse istihdam edesin. Ve bazı kişiler vardır ki, gündüzü oruçlu, gecesi namazlıdır fakat onlar o kimselerdir ki, dünyaya meyil ve muhabbet edenlerdir. O tip insanlardan çok kaçınasınız.

Ve sen dahi fâni olan nesneye gönül bağlamayasın. Ve bazı köyler ve yerler vakfetmek murâd etmişsin, Yüce Allah’a yemin olsun ki, istersen feth eylediğin bütün vilayetleri vakf et, indimde makbuldür. Ve benden sonra gelen padişahlar senin evlad ve neseplerinin hatırını rencide ederlerse Allah’ın ve meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun, hatta mahşer gününde davacıları olup onlara husumet ederim. İmdi: Ya Gâzi Bâli Bey, sen dahi atın yüğrükdür ve kılıcın keskin olup ve yiğidin yararları ve işbilir dilâverleri belleyesin ve her nereye yönelirsen atın yüğrük ve kılıcın keskin ve uğrun açık olup Hak celle ve alâ İslam dinine en faydalı olan işlerinde yardımcın ve kollayıcın ve elini tutan yâverin ola. Âmin, Seyyidü’l-mürselîn hakkı için.

| Kanuni Sultan Süleyman

15 Aralık 2012 Cumartesi

10 Büyük Kıyamet Alameti





Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, kıyametin kopma belirtilerinin büyük ve küçük olmak üzere iki kategoride olduğunu bildirerek “Kıyametin ne zaman kopacağı tamamen Allah’ın bilgisi dahilindedir. Dolayısıyla müminler için önemli olan kıyametin ne zaman kopacağı değil, bir gün mutlaka bunun gerçekleşeceğine inanmak ve ahiret hayatı için hazırlıklı olmaktır. 10 büyük alamet gerçekleşmeden kıyamet kopmaz” şeklinde bir açıklama yaptı.

Diyanet İşleri Başkanlığı internet sitesinde ‘Kıyametin ne zaman kopacağının bilinmemediği, Hz. Muhammed’in (S.A.V) kıyamet zamanına dair bazı önemli belirtilerden bahsettiğini dile getirerek, 10 büyük kıyamet alametine değindi:

KÜÇÜK ALAMETLER
“Bu işaretler büyük ve küçük olmak üzere iki kategoride gösterilmiştir. Kıyametin küçük alametleri olarak, din ve inanç hakkında bilgisizliğin yaygınlaşması, içkinin çokça içilmesi, fitne, öldürme ve kargaşanın çoğalması, maddi refahla birlikte kanaatsizlik ve nankörlüğün artması, Allah rızası yerine çıkar ve menfaatlerin ön plana çıkması gibi olayları saymak mümkündür.

BÜYÜK ALAMETLER
Büyük alametler ise, şu hadiste bildirilmiştir: ‘On alamet meydana gelmedikçe kıyamet kopmaz. Deccal’ın çıkışı, Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesi, Ye’cuc ve Me’cucun çıkışı, Dabbetü’l Arz’ın çıkışı, güneşin batıdan doğması, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında meydana gelmek üzere yerin batışı, duman ve insanları mahşer yerine sürecek olan ve Aden çukurundan çıkan bir ateşin zuhuru.’ Bu hadiste geçen alametlerin bir kısmı aynı zamanda Kuran’da da muhtelif ayetlerde yer almaktadır.”

10 Aralık 2012 Pazartesi

20 Yıllık Papaz Müslüman Oldu Ülke Karıştı




Bulgaristan’da İslam’ı seçen papaz,Müslüman halk ile Ortodoks Hristiyanlar arasında 200 yıldan beri devam eden ortak Aşure günü kutlamalarına darbe vurdu.


Sofya’daki “Sveti İvan Rilski” Ruhban Okulu’nda bugünkü Plovdiv Mitropoliti Nikolay ile aynı sınıfta okuyan Atanas Mihaylov, Sofya’da 20 yıl boyunca papazlık ve kilise encümenliği yaptı. Bir süre önce ruhani işleri bıkakan Mihaylov, din değiştirerek Müslümanlığı seçti. Sofya müftüsü Mustafa İzbiştali, 27 Kasım günü Sofya Banya Başı Camii’nde ikindi namazından sonra Atanas Mihaylov’un Abdullah adını alarak İslam’ı seçtiğini ilan etti. Abdullah adılı alan Mihaylov, “bilgi ve hakikatı arayan biriydim, bu arayış beni İslam dinini kabul etmeye götürdü” açıklamasında bulundu. Din değiştirenpapaza İslam’ı kabulüne dair tasdikname sunan Müftü, bu fotoğrafı Müstülüğün internet sitesine koydu ve ”Papaz İslam’ı seçti. Ya Rabbi bizi doğru yolu gösteren rehberliğin için sana dua ediyoruz, bizi sapmışların yoluna düşmekten koru”ifadelerini kullanınca ülke karıştı.

MÜFTÜ GERİ ADIM ATTI AMA…
Bulgar Ortodoks Kilisesi, Mihaylov’un Bulgar kilisesiyle bağlantılarını kopardığını belirterek müftülüğün beyanatının gerçeği yansıtmadığını ve Hristiyanlara hakaret içerdiğini ilan etti. Bulgar basını da papazınMüslüman birine aşık olduğu için din değiştirdiğini öne sürdü. Tepkiler üzerine müftülüğün sitesindeki açıklamanın başlığı ”Eski papaz Müslüman oldu” diye değiştirildi ve Kuran’dan alıntı yapılan ayet de metinden çıkarıldı. Ancak müftünün bu hareketi de tansiyonu düşürmedi. Aşure Günü’nde kriz tavan yaptı. Ülkenin kuzeyindeki Vidin kentinde bulunan Mehmet Pazvantoğlu Camii’nde 200 yıldır Müslümanlar ile Ortodoks Hristiyanlar birlikte aşure günü kutlamaları yapıyorlardı.
Ancak Vidin Piskoposluğu, İslam’ı seçen papaz yüzünden dün yapılan Aşure Günü kutlamalarına katılmama kararı aldı. İnternet sitesinden bir açıklama yapan Vidin piskoposu Sioniy, “Vidin Hristiyanları olarak İslam inancına şimdiye kadar sevgiyle yaklaştık. Aşure günü kutlamalarına katılmamız da bunun bir göstergesiydi. Ancak son yaşananlar yüzünden kentteki tüm Hristiyan Ortodoksları Aşure gününe katılmalaları çağrısında bulunuyoruz” denildi.

Tarih : 09.12.2012

5 Aralık 2012 Çarşamba

Kıyamet Ne Zaman Kopacak?

  

 Bilim adamları toplanarak 50 sene sonra, 

Dünyanın yok olacağını haber verselerdi,

Birde bu haberlerini kesin delillerle,
Şüphe götürmeyecek şekilde ispatlasalardı,
Herhalde dünyaya karşı olan şiddetli aşkımız,
Bir anda söner, kaybolurdu.

Hatta birçoğumuz “Madem 50 sene sonra dünya yok olacak,
Çalışıp ta ne yapayım “Diyerek dükkânlarını bile açmazlardı.
Açanlarda zengin olmak gayesiyle değil,
Sadece zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için açardı.

Hâlbuki bizim kıyametimiz olan küçük kıyamet,
Yani ölüm belki de 50 sene olmadan başımıza kopacak.
Biz öldükten sonra dünyanın yaşamasının ne Önemi var ki,
Yoksa biz dünyanın kıyametinden korkuyoruz da,

Kendi kıyametimiz Olan Ölümden Korkmuyor muyuz?

4 Aralık 2012 Salı

Kur'ân Okuma İbadeti


KUR'ÂN-I KERİM, kâinat kitabının bir tercümesi, Yüce Allah tarafından insanlık için çizilmiş bir hayat programı, bütün ilim ve hakikatlerin aslı ve kaynağı olmakla beraber, aynı zamanda bir dua, bir zikir ve fikir kitabıdır.

Mü'minler hem onun mânâ ve muhtevasıyla amel ederler, hem de ruhlarını serinletmek, kalblerini nurlandırmak, Rablerine yalvarmak ve o yüce âlemlerde mesafe almak için maddî ve mânevî bir temizlik yaparak huşû ve huzur için okumaya başlarlar.Kur'ân bir ibadet kitabıdır. Lâfzıyla ibadet edilen tek kitaptır.

Her ne sûretle olursa olsun, Kur'ân'la meşgul ol-mak ibadetin tâ kendisidir. Hiç mânâsını anlamasak da Kur'ân-ı Kerîmi okumak, dinlemek; hatta yüzüne, hattına, yazısına bakmak ve huzurunda hürmetle durmak bile i-badettir, sevaptır.

Kur'ân okumak farzdır ve Allah'ın emridir. Namazın bir rüknü de kıraattir. Yani namaz kılabilecek miktarda Kur'ân ezberleyip okumak farzdır. Kur'ân-ı Kerîmin dışında hiçbir kitabın lâfzını, kelimelerini ezberlemek farz değildir. Bunun için Müslümanlar, mânâsını hiç anlamasalar da Kur'ân-ı Kerîmi bir ibadet şevkiyle Cenâb-ı Hakkın mübarek bir kelâmı olması hasebiyle severek ve sevi-nerek okurlar.

Kur'ân-ı Kerîmi okumak aynı zamanda bir peygamber âdeti ve tavsiyesidir. Bir hadiste Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) bu tavsiyeyi ve uhrevî mükâfatını şöyle dile getirirler:

'Kur'ân'ı okuyunuz. Çünkü o kıyamet gününde size şefaatçi olarak gelecektir.'

Kur'ân'ın kendisini okuyana şefaat edeceği gibi, okuyan da başkalarına, özellikle yakınlarına şefaat hakkına sahiptir.

Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği bir hadiste Resulullah (a.s.m.) bu konuda şöyle buyururlar:

'Kim Kur'ân-ı Kerîmi okuyup ezberler, onun helal kıldığını helal kabul eder ve haramını haram sayarsa, o sebeple Allah onu Cennetine koyar ve hepsi de Cehennem-lik olan yakınlarından on kişiye şefaat yetkisi verir.'

Kur'ân okuyan insanın makamı, mevkii ve rütbesi yüksektir. Meşhur, tanınmış ilim ve fikir adamlarıyla, mâneviyat ve velâyet ehli ile bizzat konuşmak, onların sohbetinde bulunmak insana ne kadar huzur ve mutluluk verir, ne kadar sevinç ve saâdete sevk eder.

İnsan böyle bir görüşmekten ne kadar zevk alır, haz duyar, değil mi? Ya huzurunda olduğu, konuştuğu Âlemlerin Rabbi ise durum ne kadar mânâ ve değer kazanacaktır. Tahmini bile hayalimizin alamayacağı kadar derindir. İşte Kelâm-ı Kadim olan Kur'ân'ı okuyan insan bu hazza ulaşabilecek bir imkana ermektedir.

Sadece Kur'ân ehline bir müjde olan bu haberi Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle bildirir:

'Kim Rabbiyle konuşmaktan hoşlanırsa Kur'ân okusun.'

* * *

İnsan yaratılışı gereği yükselmek, ilerlemek, belli bir yere gelmek, el üstünde tutulmak ister. Ama asıl yücelik ve yükseklik ebedî âlemdeki makamdır.

Kur'ân insanın bu duygu ve isteklerini tatmin ediyor, ruh dünyasını zenginleştiriyor, ona bitmez tükenmez bir hazinenin kapısını açıyor.

Kur'ân ehlini âhirette bizzat İlâhî rahmet taltif ediyor, Rabbimiz ona ikram ve izzette bulunuyor, önüne ebedi saâdet ve huzur âlemleri açılıyor.

Bu mânâyı Ebû Hüreyre, Efendimizden (a.s.m.) şu şekilde haber veriyor:

'Kur'ân-ı Kerîmi okuyup onunla amel eden mü'min kıyamet gününde gelince Kur'ân der ki: ‘Yâ Rabbi ona elbise giydir.'

'Ona keramet tacı giydirilir.
'Sonra tekrar der ki: ‘Yâ Rabbi ona ikramını arttır'
'Bu sefer ona keramet elbisesi giydirilir.
'Sonra der ki: ‘Yâ Rabbi ondan razı ol.'
'Ve Allah ondan razı olur.
'Sonra ona denir ki: ‘Kur'ân'ı oku ve yüksel'.
'Okuduğu her âyet için ona bir hasene yazılır.'


Allah'ın razı olacağı, Kâinat Sahibinin hoşnut olacağı, Ezel ve Ebed Sultanının memnun olacağı bir ibadet, bir yaklaşma ve yakınlaşma süreci böylece Kur'ân'la gerçekleşir.

Bu arada Allah'a muhatap olma azim ve gayreti içinde bulunan bir kul olarak değişik zamanlarda farklı farklı ibadetler yaparız. Namaz kılar, oruç tutar, hayır hasenatta bulunuruz. Böylece Rabbimize yaklaşır, onun rızasına ermeye gayret ederiz. Ama öyle bir ibadet şekli vardır ki, bizi Allah'a en çok yaklaştıran, 'Âbid' gibi bir kulluk makamına ulaştıran sırlarla doludur.
Efendimizin (a.s.m.) dilinden bu güzellik şöyle mânâ kazanır:

'İnsanların en âbidi (en çok ibadet edeni) en çok Kur'ân okuyanıdır.'

Kur'ân bir kalkan, manevi bir kale, felaketlerden koruyan bir siper, kalb ve ruh dünyamızı kurtaran manevi bir çelik yelektir. Dünya hayatımızı düzene, nizama soktuğu, disipline ettiği gibi, ebedî hayatımızı da tehlikelerden ko-rur, sonsuz azap acılarından muhafaza eder.

Ebû Umâme'nin rivâyetine göre Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem bu konuda şu hakikati bildiriyor:

'Kur'ân'ı okuyun. Çünkü Allah Teâla, Kur'ân'ı içinde bulunduran bir kalbe azap etmez.'

Hadisten dünyadaki stres, depresyon, panik ve benzeri psikiyatrik kalbî ve ruhî dertlerden Kur'ân sayesinde kurtulmanın mümkün olduğu anlaşıldığı gibi, Cehennemden de varlığımızın merkezi olan kalbimizin korunacağı anlaşılmaktadır.
Efendimiz (a.s.m.) insanları inanç bakımından Kur'ân okuyan ve okumayan olarak iki meyveye ve iki bitkiye benzetir. Çok orijinal olan bu benzetmede önemli bir ha-kikat anlatılır. Hadis-i şerifi Ebû Mûsa el-Eş'arî rivâyet ediyor. Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

'Kur'ân okuyan mü'min, kokusu hoş ve tadı güzel portakal gibidir.
'Kur'ân okumayan mü'min de, tadı güzel kokusu ol-mayan hurma gibidir.
'Kur'ân okuyan münafık, kokusu güzel ve tadı acı o-lan reyhan bitkisi gibidir.
'Kur'ân okumayan münafık ise, kokusu olmayan ve tadı acı Ebû Cehil karpuzu gibidir.'


Hadiste ifade edildiği gibi, Kur'ân okuyan ve okuma-yan mü'minin hali bellidir. Her ikisi de derecesine göre güzeldir; fakat inancı bakımından içten pazarlıklı münafığın durumu içler acısıdır.

Böyle bir insan Kur'ân okusa da Kur'ân'ın kendisine bir faydası yoktur, çünkü kalbi imandan mahrumdur. Kendisi yanan, tükenen, etrafını aydınlatan, fakat ışıktan ve nurdan mahrum kalan bir mum gibidir.

Kur'ân-ı Kerîm ferdi olarak, tek başına okunabildiği gibi, cemaat halinde toplu olarak da okunur. Bu aynı za-manda bir Kur'ân ve iman dersidir. Hem okunur, hem de mânâsı ve anlattıkları üzerinde müzakere edilir, tartışılır, hakikatleri kavranmaya, akla ve kalbe sindirilmeye çalışılır.

Böyle bir cemaatin okuduğu Kur'ân, konuştuğu Kur'ân, düşündüğü Kur'ân, içi Kur'ân, dışı Kur'ân'dır. Melekler etraflarını kuşatır, rahmet imdadına yetişir, latifeler ve hissiyatlar tatmin olur, Cenâb-ı Hak da bu insanları kendi yüce katında anar.Bu ruhanî anı Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle anlatıyor:

'Herhangi bir topluluk Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Kur'ân-ı Kerîmi okurlar ve aralarında müzakere ederlerse mutlaka üzerlerine kalb huzuru, gönül ferahlığı iner. Allah'ın rahmeti kendilerini kaplar, melekler kendilerini kuşatır ve Allah da onları kendi katındakiler içerisinde anar.'

Hadiste ifade edilen 'Allah'ın evleri'nden murat, cami ve mescitler olduğu gibi, Allah'ın adının anıldığı, mü'minlerin biraraya gelerek Kur'ân okudukları ve ilmî sohbetler yaptıkları herhangi bir mekân da olabilir.

Kur'ân-ı Kerîm hem gündüz okunur, hem de gece okunur. Ubeydü'l-Mekkî'nin rivâyet ettiği bir hadiste Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem bu konuda şöyle buyururlar:

'Ey Kur'ân ehli! Kur'ân'ı kenarda terk etmeyiniz. Onu hakkıyla tilavet ederek gece gündüz okuyun, yayın.'

Zaten Hazret-i Osman'ın (r.a.) ifade ettiği gibi 'Eğer kalbleriniz temiz olursa Allah'ın kelâmına doymazsınız.'

Özellikle geceleyin Kur'ân okumak insanın kalben uyanık kalmasına, gaflet ve aymazlıktan kurtulmasına, Kur'ânî bir şuûr içinde geceye girmesine, gecenin karanlığını Kur'ân nuruyla aydınlatmasına vesile olur.

Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem bu hususta şöyle buyururlar:

'Kim bir gecede on âyet okursa gafil kimselerden yazılmaz.' Ancak gece Kur'ân okurken insana ağırlık çöker, uyku basar ve uyuklar. Bu esnada nasıl hareket edileceği dahi hadiste belirtilir.

Ebû Hüreyre anlatıyor. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

'Sizden biri geceleyin kalkınca Kur'ân diline dolaşıp ne dediğini anlamamaya başlayınca hemen yatsın.'

Her gece Kur'ân'dan belli bir bölüm okuyan insan, şâyet müsait değil de o gece okuyamazsa ne yapacağı hususunu yine hadisten öğreniyoruz.

Abdurrahman bin Abdi'l-Kârî anlatıyor. Ömer bin Hattab'ın şöyle söylediğini işittim. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

'Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmını okumadan uyursa, bunu sabah namazı ile öğle namazı arasında tamamlasın. Bu takdirde sanki gece (her zamanki vaktinde) okumuş gibi aynı sevaba nail olur.'

45- et-Tergîb ve't-Terhîb, 2:350
46- et-Tergîb ve't-Terhîb, 3:278
47- Kenzü'l-Ummâl, 1:510
48- Kenzü'l-Ummâl, 1:520; et'Tergîb ve't-Terhîb, 3:269
49- Kenzü'l-Ummâl,1:510
50- Kenzü'l-Ummâl, 1:512
51- et'Tergîb ve't-Terhîb, 3:262
52- et-Tergîb ve't-Terhîb, 3:262
53- Hayatü's-Sahabe, 4:27
54- et-Tergîb ve't-Terhîb, 3:279
55- Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn:223
56- Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn:142


Yazar: Mehmet Paksu, 28-10-2008


28 Kasım 2012 Çarşamba

Bediüzzaman, batı medeniyeti saadet getirmez diyor

Mustafa Özcan, Yeni Akit’teki yazısında Bediüzzaman’ın Batı medeniyetinin insanlığı saadete götürmekten uzak olduğunu söylediğini ifade etti.

ABD’de Yahudi çevrelerin Müslümanlar Masumiyeti filmi üzerinden dünyayı iki kutba ayırmak istediklerine dikkat çeken Özcan, “İslam ve ötekiler. Bazen de dünya Batı ve ötekiler arasında ayrıştırılıyor ve ‘rest of the west’ deniliyor” dedi.



11 Eylül sonrasında Batı’nın hastalıklarının depreştiğini ve nüksettiğini belirten Özcan, “Berlusconi, 11 Eylül akabinde Batı medeniyetinin İslam medeniyetinden üstün olduğunu söyleyivermiştir. Bu Müslümanları barbar olarak nitelendirmenin başka ifadesidir. Müslümanların Masumiyeti filmiyle Müslümanlar saldırıya ve aşağılanmaya maruz kalmasına rağmen yine de barbar olarak nitelendirilmek istenmişlerdir. İşin tuhaf yanı budur. Bernard Lewis, Müslüman Öfkenin Kökeni yazısıyla birlikte medeniyetler çatışması çığırını tetiklemiştir. Huntington onun çığırından gitmiştir. Şimdi fanatik Kıptileri de peşine takmıştır” şeklinde yazdı.
Yahudilerin-Hıristiyanların savunduğu medeniyetin Akif’in deyimiyle mimsiz medeniyet olduğunu vurgulayan Özcan, yazısını şöyle sürdürdü:
“Bediüzzaman da Batı medeniyetinin insanlığı saadete götürmekten uzak olduğunu ve serveti belirli ellere yığdığını ve inhisarcılık yaptığını ifade etmiştir. Hubbu inhisar ise enaniyet kaynaklıdır. Bediüzzaman bu hususta şu hükmü verir: “Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in esas aldığı medeniyette, insanlığın tümünü veya hiç olmazsa büyük ekseriyetini saadete ulaştırması esastır. Oysa, Avrupa’da durum bunun aksidir ve dolayısıyla kabul edilmesi, benimsenmesi, örnek alınması, insanlığın kurtuluşunun reçetesi olarak sunulması mümkün değildir.”

“Peygamberimiz ‘ben son peygamberim bunu iftihar makamında söylemiyorum’ dediği gibi biz de nefsi makamda değil ama hakikat makamında İslam medeniyetinin diğerlerinden üstün olduğunu söylüyoruz. Bunu söylemekten hiç gocunmayız da. El İslam (el hakku) yalu veya yula aleyh. İslam üstündür kimse ona galebe çalamaz. Lakin biz hadimleri olarak Nureddin Zengi (Şehid) gibi de deriz: Allahım kulun Nureddin’i mağlup et ama İslam’ı muzaffer ve payidar kıl.

Mustafa ÖZCAN

26 Kasım 2012 Pazartesi

Kur’an Ebedî Bir Hazineyi Haber Veriyor

Sen fakir ve aç iken, bir parça kuru ekmeğe muhtaçken, birisi gelip sana bir iş teklif etse, günde sadece bir saat çalışmakla 10 milyon dolar ücret alacaksın derse, bu sence bir şans mıdır şanssızlık mıdır?
Ancak sen tembellik edip, bir saatlik işi yapmaya yanaşmazsan, o muazzam fırsatı hakkında azaba dönüştürsen, elbette kabahat senin olur.

Kur’an-ı Kerim
İşte Kur’an bize saatte on milyon, hatta on milyar, hatta sonsuz miktar kazandıracak ebedî bir hazineyi haber veriyor. Bizim gibi aciz, miskin , fakir birine düşen söz konusu hazineden azamî istifade etmeye çalışmaktır.
Kur’an, Allah’ın yanındaki hazineleri bize şöyle haber veriyor:
“Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun yanındadır.” (En’am Suresi,6:59)
“Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir. Allah’ın ayetlerini inkar edenler var ya, işte asıl hüsrana, en büyük kayba uğrayanlar onlardır.” (Zümer Suresi, 39:63)
[Furkan Aydıner, Rabbini Arayan Thomas,İstanbul 2012, Nesil Yayınları,s. 78]

23 Kasım 2012 Cuma

Müstehcen Görüntülere Bakmanın Hükmü Nedir?

Müstehcen Görüntülere Bakmanın Hükmü Nedir?          Geçmişte sokaklar bozulmamış, toplum hayatında kötülükler kol gezer hale gelmemişti.
O yüzden o günkü insanlardaki dindarlık âhiretini kurtarmaktan başka bir mânâya gelmiyordu. İnsanlar sadece âhiretini kurtarmak için dindarlaşıyor, mazbut olma gereği duyuyorlardı. Ya bugün Bugün de öyle mi? Evet bugün öyle değil, insanlar âhiretlerini kurtarma niyetinden önce dünyalarını da kurtarmak için dindarlaşıyorlar, dindarlıktan faydalanıp toplumda kol gezen kötülüklerden kendilerini, çoluk çocuklarını korumaya çalışıyorlar.

           İsterseniz bakın cemiyet hayatına. Her geçen gün bir yenisi çıkan kötülüklerden, bağımlılık ve sefaletten kendilerini en çok koruyanlar dindar olanlardır. Dinine bağlı kalanlardır.
Çünkü dinin insanı kötülüklere iten zaaflar ve alışkanlıklar hakkında yasaklayıcı hükümleri vardır. Bu hükümlere uyan dindarlar sadece âhiretlerini kurtarmakla kalmıyor, dünyalarını da kurtarıyor; gittikçe yaygınlaşan menfi alışkanlıklardan kendilerini ve çocuklarını da muhafaza ediyorlar.

           İsra Sûresi'ndeki 32. âyetin ikazına bakın lütfen: "Zinaya yaklaşmayın!.."

          Zina yapmayın! demiyor, Yaklaşmayın! diyor.

          Çünkü asıl mesele yaklaşmamaktadır. Yaklaşmazsanız kurtulmanız kolay olur. Yaklaştıktan sonraki gelişmelere dayanmanız zorlaşır, ateşe yaklaşanın içine düşmesi gibi bir sonuç çıkabilir.
Onun için zinaya vesile olabilecek, davetçilik mânâsına gelebilecek, tahrik ve teşvikçi görüntüleri yasaklayan din, müstehcene bakılmasını da caiz görmüyor.

           Hatta bu bakma konusunda bir diğer âyetin ikazı, ayrı bir önem arz ediyor. İsterseniz bir de o âyetin ikazına bakalım:
           "İnanmış erkek ve kadınlar gözlerini harama bakmaktan kapasınlar!." (Nur 29?30; Hülâsatülbeyan)

          Gözleri kapamak mümkün mü?
         
           Hayır. Ya niçin kapasınlar diyor?
         
          Öylesine gözlerini harama bakmaktan, müstehcene nazar etmekten korusunlar ki, sanki gözleri kapalıymış da hiç görmemiş gibi hayallerini tertemiz tutsunlar, zihinlerini kirlenmekten korusunlar.
         Zaten İmamı Şibli bu âyeti tefsir ederken:
         Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar, kalb gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine almasınlar, diyor; hayali dahi korumak istiyor.
Gözle bakış konusunda neden bu kadar ısrarlı ikaz ediliyor insanlar?
Çünkü bütün günahlar, ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.
Öğrenciyse dersine çalışamaz, işçiyse mesleğine tam yönelemez, fikir adamıysa zihnini toparlayamaz, derken her konuda gerileme ve düşüş söz konusu hale gelir.
Bu duruma düşmemek için din, müstehcene karşı yasaklar koyar, mensuplarını böylesine gerilemelere düşmekten kurtarır.

16 Kasım 2012 Cuma

İslâm Coğrafyasının Gözyaşları

     
          İslâm coğrafyası, huzursuz bir deniz gibi durmadan çalkanıyor. Son iki yüzyılın yerküresinde Müslümanların payına düşen, kan, gözyaşı, yoksulluk ve keder oldu. Müslüman dünya, son iki yüzyılda, insanlık tarihinde yaşanan işgal ve kaosun tümüne birden tanık oldu. Müslümanların toprakları, dünya siyasetinin kozunu paylaştığı, süper güçlerin kuvvet dengelerini oluşturduğu bölgeler halini aldı. Hilal, belki de hiç olmadığı kadar yorgun ve kederli. Müslümanlarsa, içine düştükleri perişaniyetten kurtulacağı günü bekliyor. Gerçekten böyle bir gün var mı?
GAYESİZ ve HEDEFSİZ KİTLELER

    Önce işgalle başladı. Sömürü düzeninin bizim topraklarımızda kurulmasından çok önceki bir işgalle. Müslüman toplumların bir gâye ve hedefe kilitlenmekten uzak düştüğü, Müslüman yöneticiler ve ûlemanın problemi teşhis edip önlemler almaktan geri kaldığı bir dönem, bu sömürüye davetiye çıkardı. İslâm cemaati, dünyanın küçük ve önemsiz meselelerinden ötürü birbirine düştü. Hem dünya hem ukba (âhiret) için önemli olanı hedeflemek bir lüks halini aldı. Böylece üç yüz yıl geçti. Topraklarımızın fiilen işgal edilmesi çok sonra oldu. Belli ki kader, içteki çözülmüşlük ve ayrılığın hatlarını, coğrafi sınırlarla keskinleştirmeye hükmetti. O günden sonra bölük-pörçük bir hale geldik. Yan yana duran toprak parçalarımız birbirinden uzağa düştü. Aradan geçen yıllarda bu korkunç mesafeyi kapatmak mümkün olmadı. Sonrası işgal, kan, gözyaşı ve kardeşin kardeşe silah doğrulttuğu ama düşman karşısında birlikte hareket edemediği acınası bir tablo.

KİMSESİZ MÜSLÜMANLAR
      Bu tablo, yaşadığımız yüzyılda Müslümanların yaşadığı felaketleri özetliyor.Orta Asya’da kendi toprağından sürülen, Uzak Doğu’da mezalime uğrayan, Afrika’da sömürüye teslim edilen, Ortadoğu’da fitne kazanına atılan, Avrupa’da soykırıma maruz kalan, Amerika kıtasında kendisine soluk bulamayan İslâm cemaati, böylece kalbinden vuruldu. Artık ondan, inilti ve feryattan başka ses duyulmaz oldu. Bugün, Doğu Türkistan’dan Suriye’ye, Arakan’dan Somali’ye kadar içinde boğulmaya yüz tuttuğumuz tüm kederler, Müslümanların, sahip oldukları değerler hazinesine yüz çevirmesinin bir sonucudur. Hareket gücünü medeniyetinden alan bir topluluğun, o medeniyete antika eseri gibi bakar hale gelmesinin sonucudur bu zaaf ve güçsüzlük. Batı’nın nöbetçi tayin ettiği bir diktatör tarafından şehrin ortasında savaş uçaklarıyla bombalanan bir halka yardım edemeyişimizin güçsüzlüğünü de burada aramak zorundayız. Ya da inançsız bir toplum tarafından soykırım uygulanan Müslüman bir kabileye el uzatamayışımız. Coğrafyamızı işgal ve fitne ateşiyle yakan süper güçlere sözümüzün yetmeyişi. Dahası, sözümüzün geçerliliğinin olmaması. Bu düşkünlük, bunca kahır, bu kadar acı. Müslümanların kendilerini kimsesiz bırakmasının eseri.

EMPERYALİST AVUNTU

        Aynada böyle görünüyoruz. Müslüman toplumlarda birincil mesele İslâm’ın hayat bulması değil. Bu yüzden, işgalciye “işgalci” demek demode ve anlamsız. Zulmü şiar edinenin “zalim” olduğunu söyleyip durmak kolaycılık. Coğrafyamızda ismi en çok tekrar edilen Allah (cc) buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah insanlara zerre kadar
zulmetmez. Ne var ki insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” (Yunus/44)
21. yüzyıl Müslümanları olarak biz, bu coğrafyayı kendi ellerimizle kaosa ve düşmanlığa teslim ettik. İbadetleri gereksiz ayrıntılar olarak gördük. Dini yaşamayı rafa kaldırdık. Hayatını dine sahip çıkmaya göre düzenlemeyi “aşırı” bulduk. Kariyer planımızda önce nefsimize, sonra çevremize nasihatçi olmak yer almadı. İdeali peşinde saçlarını beyazlatan nesiller yetiştiremedik. Beşeri ve ekonomik anlamda hiçbir sistematiğe sahip olmayan sahabenin ya da tabiinin nasıl Çin’den Avrupa’ya kadar –samimi bir şekilde Peygamber mesajını yaşama ve yaşatma gayretiyle- dünyaya etki ettiğini anlamadık. Zannettik ki, beşeri sistemi dört başı mamur bir şekilde kurarsak, İslâm cemaati de ayağa kalkar. Öyle olmadı. Biz beşeri sistematiğin çarklarına “tek çıkar yol” olarak yanaştıkça, İslâm’ın barış ve selameti bizden uzaklaştı. Ortak bir ideal etrafında birleşemedik. Nüansların kavgasına düştük. Birbirimizden ayrı düştük. O kadar ki, düşman geldiğinde aralarındaki çekişmeyi rafa kaldıran cehalet dönemi kabileleri kadar bile olamadık. Düşmanın birliği de bizi “bir” kılmaya yetmedi.

ASIL MESELEYİ KAÇIRMAK

         Asli olanı ihmal eden Müslümanlar, tâli olandan da mahrum oldu. Üstünlüğü ancak ‘Gücü herşeye yeten’ bir kudretin bahşedeceğine inanan, ama inandığı gibi yaşamayıp, başka havl ve kuvvet arayışına giren cemaat, bu ihmalin bedelini üzerine çöreklenen acımasız bir işgalle ödedi, ödemeye devam ediyor. Bu yüzden, namaza gelmeyen cemaatinin arkasına düşen Hz. Ömer’in önünde açılan kapılar, bize açılmıyor. Bu yüzden, papazlar ya da hahamlar bize Kudüs’ün anahtarlarını teslim etmiyor. Bizde, Kudüs’ü fethedecek kişinin özellikleri yok çünkü. “Allah’ın evi sahipsizken bana zevk yaşamak haram” diyen Selahaddin Eyyubi’deki mertlik yok. Biz daha çok, dünyanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı feda edemeyecek, dünyanın karşısında eğildiği değil, dünya karşısında eğilen toplulukları andırıyoruz. Hâlimiz de, onların akıbetlerini anımsatıyor.

SON SÖZ YERİNE

       Bu acıklı kronik tablo, yeni bir başlangıcın zorunluluğuna işaret ediyor. Nerede yitirdiysek, orada aramaya başlamanın gerekliliğine. Yapılması gerekenlerin ne olduğu, asırlardır unuttuğumuz, dilinden anlamadığımız ve pekçok konuda ayrı vadilerde yaşadığımız Kitap’ta mevcut. O Kitap ki, Arakan’dan Suriye’ye, Afrika’dan Asya’ya gözyaşı döktüğümüz bu devrin de tek kanun koyucusu. Nerede düştüğümüz, nasıl kalkacağımız da bu Kitap’ta. Ve bu Kutlu Kitap, bizim üç asırdır neyi, neden kaybettiğimizi de anlatıyor: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler, Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfüdür, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide/54)

İslam'da Şeriat (Allah'ın Kanunları)

İslam'da Şeriat

Şeriat, Allah'ın kanunlarına denen fıkıh terimidir. Doğru yol, hak din yolu, nur, aydınlık ve ışıktır. Peygamber efendimiz (Sav) 'in Allah-u Tealadan aldığı emir ve yasakları insanlara gösterdiği yoldur. Bu yoldan başka bir yola giren kimseler apaçık bir sapıklığa doğru helake doğru sürüklenmektedir.

Müslümanım diyen, Şeriat'ı kabul etmiş demektir. "Ben şeriatçı değilim" demek çok tehlikelidir, direkt dinden çıkarır. Bunun anlamı "Ben Allah'ın kanunlarına uyanlardan değilim" demektir. Allah'ın kanunlarına uymayanlar ise, çok pişman olacakları bir yola sürüklenirler. Bilmeden yapan kimseler ise, kelime-i şahadet getirerek imanını tazelemeli, tövbe ve istiğfar etmeli, ayrıca birdaha böyle yapmamak için samimiyetle Allah'a bağlanmalıdır.

İnsanların çoğu, cahilliklerinden dolayı ŞERİAT'ın ne olduğunu bilmeden ileri geri konuşanlar büyük bir hata yapmaktadır. ŞERİAT'ın ne olduğunu öğrenmek, bilmek ve bilmeyenlere de öğretmek anlatmak gerekir. Kesin olarak inanılması gereken şeyleri bilmeden anlamadan kötülemek, o kişiyi kötü yola sokar ve pişman olacağı şeyler yaptırır. Bilmeden boşu boşuna amelleri yok olur.

Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir. (Mâide suresi, 48. ayet)

Sonra da seni din konusunda bir şeriat sâhibi kıldık. Sen ona uy ; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (Câsiye suresi, 18. ayet)

Şeriat, Allah'ın kanunlarıdır dedik. Peki nedir bu kanunlar ?
Allah'ın kanunları, emrettiği nizam ve intizamlardır. Örneğin Allah'ın helal kıldıkları şeyler şeriat kanunlarındandır. Haram kıldığı (yani yasakladığı şeyler) yine onun kanunlarındandır. Emrettiği şeyler ve yasakladığı şeylerde onun kanunlarındandır.

Bir ticaret yapıldığında nasıl ki işyeri için devletin izni, ruhsatı, vergisi vs. ödenmesi ve onların kanununa uyulması gerekiyorsa, nasılki bu kanunlara uyulmadığı taktirde işyeri kapatılıyor veya ceza veriliyorsa, aynı şekilde Allah'ın kanunlarında da bu tür olaylar vardır. Örneğin (Allah adına) yalan yere yemin etmek Allah'ın kanununda (yani şeriatte) yasaklanmıştır. Bu yasak çiğnenirse cezası uygulanır. Fıkıhta, bu tür cezalara KEFFARET denir.

Yemin konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
"Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğinizin (kalite bakımından) orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz." (Mâide suresi, 89. ayet).

Gördüğünüz gibi, kasıtsız olarak yapılan yeminlerden dolayı sorumlu tutulmayacağımızı, bilerek yapılan yeminlerden sorumlu tutacağımızı Allah(cc) bize bildiriyor. Eğer yine de böyle bir hata yaparsak cezasını söylüyor. Ya 10 fakiri (kendi ailemizin normal gideri gibi, orta hallisinden) yedirmek, yahut 10 fakiri giyindirmek, yahut 1 köleyi serbest bırakmak gerekir. Bunları yapamayan veya bulamayan üçgün oruç tutmalıdır. (Burada anlatılanlarda sıraya riayet edilir. Eğer birisinde imkanı yoksa diğerine bakılır. Herhangi birisini seçmek yerine, sıraya uymak daha iyi olur.)

Yukarıda anlatılan ölçüler, Allah'ın kanunlarından sadece bir tanesidir. Bu kanunlara uyup uymamak insanların cüz-i iradelerine bağlıdır. Eğer bir müslüman, Allah'tan korkuyorsa zaten yalan yere yemin etmez. Ancak etmişse bile bu keffarete uyar. Eğer bu keffaretide yapmazsa, cezası ahirete kalır.
Bir cezanın ahirete kalması demek, büyük bir kayıp demektir. Örneğin 3 gün oruç tutup "Ya Rabbi! Ben pişmanım, yalan yere yemin ettim, affet." deyip, üç gün oruç tutarsa bunun cezasından kurtulur (Allahu alem). Ancak ahirete kalırsa, daha fazla bedel ödemek zorunda kalabilir. Çok pişman olursada, iş işten geçmiştir. Fakat, Allah celle celaluhu affederse o başka..

Farkettiniz mi, Allah(cc) bir cezayı ibadetle telafi ettiriyor. Oruç tutmak, fakirleri yedirmek, köleleri serbest bırakmakta çok faydalı ve faziletlidir. Demekki iyilikler, kötülükleri yok eder.

...Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir... (Hûd suresi, 114. ayet)

Sonuç olarak bir müslüman, şeriate (yani Allah'ın kanunlarına) uymalıdır. Uymaz ise, hiçbirkimseye zarar veremez. Bilakis, kendisi zarar görür ve pişman olur.

Şeriat, insanların Yasasından üstündür. (Yani Allah'ın kanunları, insanların kanunlarından üstündür) Eğer insanların kanunlarında, Allah'ın kanunlarını çiğneyecek şeyler var ise onlara itaat edilmez. İsterse devlet olsun, isterse anne baba olsun Eğer Allah'ın kanunlarını çiğnetmeye emir verirlerse onlara itaat edilmez.

Biz elhamdülillah hem müslümanız, hemde şeriati kabul etmişiz. Allah'ın emirleri başımız üstünedir..

15 Kasım 2012 Perşembe

Kainattaki Eserlerin Sahibi





Kamera, bilgisayar ve cep telefonu gibi kompleks nesneler, ilim ve kudret sahibi olan şuurlu insanların keşfi olduğu gibi bunlardan daha kompleks ve mükemmel olan insanın “göz kamerası”^, “beyin bilgisayarı”^^ ve “kulak telefonu” da çok yüksek seviyede ilim, hikmet ve kudret sahibi birinin icadı olmalıdır. İnsan, aklıyla bu gerçeği bir derece anlayabildiği gibi kainattaki eserlerin sahibi, göndermiş olduğu Kur’an kılavuzuyla da bize Müesebbib-ül Esbab’ın (bütün sebepleri meydana getirenin)kim olduğunu haber verir:

“De ki: Size gökten ve yerden kim rızk veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hâkim) bulunuyor?” (Yunus Suresi,10:31.)

“De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah’tan başka hangi ilah geri verebilir? Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz.” (En’am Suresi, 6:46)

^: Gözün retine hücreleri bir saniyede her biri bir milyon noktadan oluşan on resim çekiyor. Bir ışık fotonu retinaya çarpınca meydana gelen kimyasal reaksiyon sonunda yüz bin iletişim molekülü oluşuyor. Retinanın yaptığını yapmak için, görsel robot programının saniyede bir milyar bilgisayar komutunu aynı anda işlemesi gerekir.” (Roy Abraham Warghese, The Wonder of the World, Tyr Publishing, s 414)

^^: Bilim adamlarına göre, yüz milyar hücrenin binlerce farklı ağlarla birbirine bağlı olarak çalıştığı insan beyni bir bilgisayara değil, binlerce bilgisayar ağına benzetilebilir.

[Furkan Aydıner, Rabbini Arayan Thomas,İstanbul 2012, Nesil Yayınları,s. 45]

6 Kasım 2012 Salı

Namazda pis vesveseler kalbe ve akla gelirse



Bismillahirrahmanirrahim
İ’lem eyyühe’l-aziz!
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.
Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlûp olur. Ancak onları mağlûp edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlarla uğraşmamaktır.
Evet, arılarla uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.
Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez. (HAŞİYE)
(HAŞİYE) : O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı rezileye sevk eder. Meselâ, ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez. (Mesnevi-i Nuriye, Hubâb)


Bediüzzaman Said Nursi

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ya tahammül, ya zafer gerek…

Ya tahammül, ya zafer gerek…
Madem ki bu dünyadayız, imtihana da alışacağız.
Zorluk, zahmet çok olur.
Ama Rabbimizin rahmeti de bol olur.
Dikenler çok olsa da bir gülün güzelliği, her zahmeti, her çileyi unutturur.
Attığın her adım, söylediğin her söz, verdiğin her sadaka, Allah için olsun yeter.
Gerçek iyilik, gerçek zenginlik de bu değil mi?

5 Ekim 2012 Cuma

Acil Durum Numaraları


Bir Hikâye

Adamın biri bir gün bahçesinde otururken Hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş, böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş:

- Ey Allahım! Her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böceği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın?

Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış.
Derdine kimseler çare bulamamış.

En sonunda bilge

bir doktor ''Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin" demiş.

Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş. Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar. Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş.
Birileri dayanamamış sormuş. "Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu rahatlık ne be adam ?!."

Adam şöyle cevap vermiş
- KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ, İSTER YÜZDÜRÜR, İSTER BATIRIR BEN KARIŞMAM KARDEŞİM.

Bir Gence Evlilik Mektubu


 Selamünaleyküm.

1- Evlenmeyi ve aile içinde yaşamayı cihat gibi görmek gerekir. Allah Teala’nın namazı emrettiği kadar nikâhlanıp iffeti korumayı ve Ümmet’i büyütmeyi emrettiğine de iman etmek şarttır. Evliliği basit bir cinsellik ya da iş dönüşü yemeği hazır bulma mantığıyla ele alan geri kalmış anlayıştan uzak durulsun.


2- Herkes dengi ile evlenmelidir. Denklik her şeyden önce hayata bakış tarzında olmalıdır. Sonra da beden uyumunda ve maddi/manevi imkânlarda aranmalıdır. Uçuk farklara rağmen yapılan evlilikler olumlu sonuç vermeyebilir.
3- Bir evlilikte erkeğin maddi durumu hiç konuşulmamalıdır; eğer erkek Allah korkusu ile yaşayan biri ise eşini Allah’ın emaneti olarak göreceği için onu koruyacaktır, kendi rahatından çok onun rahatını düşünecektir. Eğer Allah korkusu ile donanmış değilse hangi servet onu dizginleyebilir ya da sürekli elinde kalabilir? Akıllı olmaya mecburuz. Erkekte Allah korkusu, İslam’ı dava olarak görme anlayışı aranmalıdır.
4- kadın adayında da cinsellik yeteneği ve bedenine bakma becerisi aranmalıdır. Eşine karşı sürekli taze kalabilen, doğurmayı üstünlük gören, bir beş değil Allah’ın lütfettiği kadar doğurmaya hazır olan kadın mücahide kadındır. O, her türlü mehirle evlenilmeye değer bir kadındır. Kadında aranacak ilk şey cinsellik yani eşini bütün dünya kadınlarından müstağni tutacak idrak olmalıdır. Kuru bir kıskançlıkla kuma düşmanlığı yapan kadın yerine eşini Havva’nın bütün kızlarından müstağni kılacak kadın kadındır. Yani kadınlığın reklamını yapan kadın değil kadın olan kadın olmalıdır.
5- Mobilya dükkânı gibi ev yerine kütüphane gibi ev düşünülmelidir. Eş adayları evlerinin iki özelliğini görüşmelidirler. Birinci olarak, kütüphane gibi kullanılacak ve kitaba engel olan TV ve benzeri ne varsa ondan uzak kalınacak bir ev. İkincisi de, çocuk parkı gibi kullanılacak bir evdir. Çok çocuk ve çocuklar için bir eğitim merkezi durumunda ev tasarlanmalıdır.
6- Bir evliliğin en önemli bereket kaynağı iki tarafın da ebeveyn duasına mazhar olmasıdır. Anne babalar muhakkak rızaları alınarak bu işe karıştırılmalıdırlar. Onların çizdiği bir çizgi aranmasa bile gönülleri yapılmalıdır.
7- Hiç kimse kemal sıfatı taşımaz. Bilhassa gençlerin, ilk evlilik yapanların aldanma, duygusallığın etkisinde kalma oranı yüksektir. Bu açığı, ehil kimselerle istişare ederek kapatmalıdır evlilik adayları.
8- Evlilik için en uygun yaş ve zaman gerektiği zamandır. Okul, iş, aş gibi sebeplerle asla evlilik geciktirilmemelidir. Önce evlenilmeli sonra hacca gidilmelidir.
9- Evlilik sürecinde ve evlendikten sonra şeytanın ve şeytana hizmet edenlerin etkisinde kalmadan yaşamanın tedbirleri muhakkak alınmalıdır. Sünnet’e uygun bir evlilik ve ev, batıl ehlinin taklit edilmediği, dünyalık ziynet ve mobilyanın abartılmadığı, yatak odasının en muteber oda tutulduğu, anne babanın ihmal edilmediği, yeme içme ve benzeri ihtiyaçlarda israfa kaçılmadığı, bakara ve Âl-i İmran surelerinin okunduğu, fıkıh bilgisinin canlı tutulduğu bir ev ve evliliktir.
10- Hiç bir evlilik, sorunlardan muaf değildir. En mübarek insanların bile evlerinde sorunlar olmuştur. İyi bir evlilik, sorun beklemeyen ama sorunlara karşı zihnen hazır olunan evliliktir. İstişare ile ve Kur’an’ımızın gösterdiği çizgi üzerinden sorunları çözmeye hazır olmak gerekir.
11- Kur’an’ın gösterdiği yollardan biri ve hatta en önemlisi, iyi bir aile, iyi bir ev için Allah’a yalvarmaktır. Allah’ın anıldığı evlerin, mücahit müttaki çocukların sahibi olmak için dua etmek, duaya sarılmak şarttır.
Allah’tan bizi müttakilere imam yapmasını niyaz ederiz.


NUREDDİN YILDIZ

20 Eylül 2012 Perşembe

Genelkurmay İmam Hatiplerin Arkasında


Genelkurmay Başkanlığı yaptığı resmi açıklamada , askeri okulların imam hatiplilere de açılması görüşünü içeren TBMM Dilekçe Komisyonu raporuyla ilgili olarak, TBMM içtüzüğünde Dilekçe Komisyonu tarafından hazırlanan raporlara Genelkurmay Başkanlığı'nın itiraz yetkisinin düzenlenmediği belirtildi. 
 
Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde yer alan açıklamada, bazı basın yayın organlarında, TBMM Dilekçe Komisyonu tarafından, askeri okullardaki uygulamalara yönelik hazırlanan Harp Okulu Raporu ile ilgili 13 numaralı karara, Genelkurmay Başkanlığı'nca itiraz edilmediği yönünde haberler yer aldığı anımsatıldı.
 
Haberin gerçeği yansıtmadığı kaydedilen açıklamada, ''Çünkü TBMM İçtüzüğü hükümlerine göre, TBMM Dilekçe Komisyonu tarafından hazırlanan raporlara Genelkurmay Başkanlığı'nın itiraz yetkisi düzenlenmemiştir. TBMM Dilekçe Komisyonu'nun konu ile ilgili kesinleşen kararına, Milli Savunma Bakanlığı'nca cevap verildiği öğrenilmiştir'' denildi.

450 Milyon Bütçeli Hz. Muhammed Filmi Yapılacak!


Hazreti Muhammed'e sav yönelik hakaret filmin ardından Katar'da bir film şirketi tarafından, Hz. Muhammed'in sav yaşam öyküsünü konu alan film hazırlanıyor. Nur Şirketi'nin 450 milyon dolar bütçe ayırdığı film, 3 bölümden oluşacak.     
 
Katar'da faaliyet gösteren film yapımcısı Nur Şirketi Başkanı Ahmed Haşimi, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Hz. Peygamber'in hayatını anlatan ve 3 bölümden oluşan 450 milyonluk bütçeli filmin senaryosunun bitmek üzere olduğunu bildirdi.     
 
Haşimi, ekibin 2009'dan beri film seraryosu üzerinde çalıştığını belirterek, hazırlık aşamasında teknik ve sanatsal zorlukların üzerinden geldiklerini, senaryoya son halini vermek üzere olduklarını söyledi.     
 
Haşimi, Hz. Peygamber'in evrensel mesajını ulaştırmasındaki şahsiyetinin idraki ve O'nun şerefli hayatını konu alan filmin, son günlerde ortaya atılan iddialara yanıt niteliğinde olduğunu belirtti.          
 
İSLAM ALİMLERİNE DANIŞILACAK     
 
Dünya Müslüman Alimler Birliği Teşkilatı Başkanı Yusuf el-Karadavi başta olmak üzere pek çok önde gelen alimlerle film seranyosunu istişare ettiklerine dikkati çeken Haşimi, ''Alimlere bu tür işlerde İslam hukukunun kurallarını pekiştirmek üzere danıştık'' dedi.     
 
Filmin görsel ve sanatsal açıdan en etkileyici film olmasına özen gösterdiklerini belirten Haşimi, film çekimleri tamamlandıktan sonra tüm dünyada gösterime sunulmasının ardından rağbet göreceğini umduklarını söyledi.     
 
Peygamberimiz'e hakaret içeren filmi ''kötülük yapmak isteyen eşkıya grubunun aşağılık işi'' şeklinde değerlendiren Haşimi, ''Peygamberimiz'e hakaret içeren filmin karşısında böyle bir film yapmak ve onun hoşgörüsünü teknik imkanlarla tüm dünyaya iletmek istedik. Aynı zamanda karalamak isteyenlerin iftiraları, gerçek yaşam öyküsünden kesitlerle bu filmde cevap bulacaktır'' diye konuştu.     
 
Haşimi, şirkete ait Hz. Muhammed'in hayatını anlatan ve 6 dilde basılan cep kitabının yanı sıra pek çok yayınlarının olduğunu, bu kitaptan dünya genelinde 250 bin dağıtım yapıldığını kaydetti.

16 Eylül 2012 Pazar

Son nefes dizüstüyle mi dizüstünde mi?

Dizüstü deyince masaüstünden küçük bilgisayar anlaşılıyor. Eskiler bunu nasıl anlarmış, buna dizini kırıp ömrünü edebe adamış bir hayata bakarak görelim.

Mahmut Sami Efendi 1892 yılında her insan gibi ağlayarak dünyaya gelir. Hayatı boyunca ağlamayı göze alan bir Allah dostu olur. Hukuk fakültesinde öğrenim görür. Boş konuşmayı sevmez ona sorulan sorulara da ya bir ayetle ya da bir hadisle karşılık verirdi. Gümüşhanevi Dergâhında bir zat ondaki bu hali görür ve onu yoğurur. Sami Efendi çok kabiliyetli ve çalışkandır. Vaktinin büyük kısmını hizmet etmekle geçirir kalan kısmında da ibadet ederdi. Şüphesiz Allah ve insanlık için yapılan hizmet bir ibadettir. Akşam herkesle beraber uyumasına karşın sabah çok erken uyanır dergâhın temizliğini yapardı.

Genç yaşta Allah yolunda

Yaşı 28 olduğunda memleketi Adana’ya döner. Ailesinden kalan mirası üzerine almaz ve hepsini bağışlar. Mirası almaktan korkar çünkü çalışmadan almak onu çok rahatsız ederdi. Mirasın sakıncasının olmadığı halde takvasını çok yoğun yaşardı. Sami Efendi zaten kendi kazandığı parayı da infak ederdi. Dünya işleriyle pek ilgilenmez sohbetlerinde de siyasi yahut ticari söz bulunamazdı. Her sohbetinde kalbin ıslahına dikkat çekerdi. Namazı huzurla kılmayı, Kur’an-ı Kerim’ i manasıyla okumayı tavsiye ederdi.

Mukaddes topraklara 54 yaşında basmak nasip olmuştu. Sami Efendi’nin küçük yaşlardan beri içinde Medine arzusu vardı. Medine’den döndüğünde hüzünlenmişti. Orayı çok özlüyordu. En çok arzuladığı şey Medine’de yaşamaktı. İkinci hac vazifesinden sonra ailesiyle Şam’ a taşındı. Medine’den ayrılalı çok olmasa bile Medine kokusu burnunda tütüyordu. Şam’da bir zaman kaldıktan sonra tekrar İstanbul’ a döner. Tahtakale’de muhasebe işlerini görürdü. Bir yandan hocalık yapıyor bir yandan kendi ekmeğini el emeğiyle kazanıyordu. Sami Efendi el emeğine, alın terine çok önem verirdi. Çok sevilen ve saygı gören bir kişi olduğundan hediyelerle geçinebileceğini hiç düşünmez aksine buna şiddetle karşı çıkardı.

Az yer az uyurdu

Hocanın derslerine her kesimden insan gelirdi. Sami Efendi sohbetlerinde mutlaka Ashab-ı Kiramdan söz ederdi. Tevazusu ve cömertliğiyle insanların gözünde çok değerli bir zat olmuştu. Çok düşünceli bir insandı. Bir yere giderken dolmuşu kullanmaz, yürürdü. Dolmuş parasını da infak ederdi. Paradan, dünya işlerinden vazgeçmeyi onun yanına gelenlere de söylerdi. Onu çok tanımayanlar da Sami Efendi’de farklı bir hava olduğunu hissedebilirdi. Nitekim bazı derslerde Hocayla cemaat diz dize oturur, bir süre konuşmazlar ve ardından hıçkırarak ağlamaya başlarlardı. Duygularını etrafındakilere yayabiliyordu. Diyaneti olmayan insanlar bile ona hürmet ederdi. Az yer, az uyurdu. Gecenin neredeyse her saati uyanık olurdu. Secdeye çok önem verir bunu da sohbetlerinde dile getirirdi.

Ayağını hiç uzatmadı

Sıradan bir insan olmayı yeğleyen bu zat şöhretten hep kaçmıştı. Halkın içinde bir Müslüman güzeli olarak yaşardı. Daima edep ve ciddiyet içinde olurdu. Öyle edepliydi ki hep dizlerinin üzerinde oturdu. Ayağını uzatmaz bağdaş bile kurmazdı. Ona yapılan saygı ve hürmete karşılık o daha saygılı ve hürmetli davranırdı. İnsanları aşağılamaz., onları yaratandan ötürü severdi. Kimsenin kusurunu yüzüne çarpmazdı. Kırmadan incitmeden o kimseleri uyarırdı. Evinde misafir eksik olmazdı. Onu ziyarete gelenleri ayakta karşılar, sohbet eder, yemekler yedirir ve yine ayakta kapıya kadar uğurlardı.

Hayatı hocasından aldığı öğüt doğrultusunda yaşardı. ‘İncitmemek kolay, incinmemek zor olan… Her yaşananın Allah’tan olduğuna inanır, hiç sitem etmezdi. Bu yüzden incinme duygusunu yaşamazdı. Tabi etrafındakileri de incitmezdi. Çocukları çok sever onlara ‘efendi’ diye hitap ederdi. Sünnet-i seniyyeye çok bağlıydı. En büyük endişesi de kul hakkıyla, Rabb’ın karşısına çıkmaktı.

Her daim abdestli

Tüm bunların yanında iyi derecede Fransızca bilirdi. Fakat asla bu kelimeleri kullanmaz, Türkçe’nin duru kullanılmasına özen gösterirdi. Hocanın en önemli özelliklerinden bir tanesi de sürekli abdest almasıdır. Muhasebe defterine yazı yazacakken dahi abdest alırdı. İnsanlara öğüt vermekten hoşlanmazdı. Konuşmaktan çok kendi haliyle örnek olmayı daha doğru buluyordu.

Ölüme yaklaştığı yıllarda ciddi rahatsızlıklar geçirdi. Fakat kimseyi üzmemek ve halinden şikâyetçi gibi olmamak için sesini çıkarmazdı. Bir gün eşine Medine’ ye gitme vaktinin geldiğini söyledi. Bu Hocanın en büyük arzusuydu. Bir süre sonra Medine yollarına düştüler. Mukaddes yerlerde 5 yıl kadar kalırlar. Yıl 1984 olmuştur, Mahmut Sami Efendi 92 yaşında ahir ömrü boyunca kalbinden ve dilinde düşürmediği Allah’ a kavuşmuştu. Ölüm arzusuna Medine’de kavuşmuştur. Edep ve tevazuuyla yaşadığı hayatı öyle tamamlar. Ölürken dahi dizlerinin üzerinde, edeple beyaz yolculuğuna çıkmış ve Cennet’ül Baki’ye defnedilmişti.

Published with Blogger-droid v2.0.9

13 Eylül 2012 Perşembe

Fethullah Gülen'den Cübbeli Ahmet'i Ağlatan Mesaj!

Fethullah Gülen hocaefendi cezaevindeki Cübbeli Ahmet Hoca'yı hıçkırıklarla ağlatan bir mesaj yolladı. Gülen, cezaevindeki Cübbeli Hoca'ya iki imzalı kitabını gönderdi. Bakın o kitabın üstüne ne yazdı...

Fethullah Gülen hocaefendi, cezaevindeki Cübbeli Hoca'ya iki imzalı kitabını gönderdi. Gülen, kitapların ilk sayfasına "Mübarek hocamız Ahmet Efendi Hazretleri" diye başlayan övgü dolu sözler yazdı.

ABD'DEN İKİ KİTAP GELDİ

Fethullah Gülen hocaefendi ve Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Ünlü arasında soğuk rüzgarlar estiği iddiaları tartışılırken ABD'den sürpriz bir hediye geldi. Gülen, Metris Cezaevi'ndeki Cübbeli Ahmet Hoca'ya "El-Kulubu'd-Dari'a" ve "Beyan" adlı iki kitabını gönderdi.

Fethullah Gülen hocaefendi , gönderdiği kitaplarının ilk sayfalarına el yazısıyla notlar yazıp imzasını da attı. Gülen, yazdığı notlarda Cübbeli Ahmet Hoca'dan, "Mübarek ve mümtaz hocamız Ahmet Efendi Hazretleri" gibi övgü dolu sözler kullanıyor.

YUSUF PEYGAMBER BENZETMESİ

Cübbeli'nin cezaevine girişini Yusuf Peygamber'in zindana atılmasına benzeten Gülen, en yakın zamanda serbest kalmasını ve 'halkı uyandırma va doğru yola çevirme' hizmetine dönmesi için de dua ediyor.

'CEMAAT İFTİRALARA İNANMADI'

Metris Cezaevi'nde yatan Cübbeli Ahmet Hoca, kendisine getirilen hediyenin ardından yaşadığı mutluluğu ise bir yazı yazarak anlattı:

"Rüyamda muhterem Hocaefendi Hazretleri'nin bana dua ettiğini görmüştüm. Ben size içeri girdiğim günden beri muhterem Fethullah Hocaefendi'nin nezih cemaatinin bana atılan iftiralardan beri olduğunu bildirmiştim. İşte 5 Eylül Çarşamba günü Muhterem Hoca'mızın hediye gönderdiği iki eserinin üzerine hatt-ı destiyle kaydetmiş bulunduğu şu iki ithaf yazısı bunun en bariz şahidi olmuştur."

'ÇOK DUYGULANDIM,HIÇKIRIKLARLA AĞLADIM'

Cübbeli Ahmet Hoca, hediyeleri getiren Gülen'in "talebesi"yle cezaevinde yaptığı sohbete ilişkin ise şunları yazdı:

"Talebesi, sohbet sırasında Hocaefendi'nin benimle ilgili haberleri izlerken gözyaşlarını tutamadığını ve 'Bunca yıl dinimize hizmet etmiş, müşarun bilbenan (parmakla gösterilen) bir Hocaefendi'nin şahsında tekrar İslam'a darbe indirilmek isteniyor. Bu iftiraları asla kabul etmem ve inanmam, kurtuluşu için dua ediyorum' dediğini nakletti.

Bu fakir kardeşiniz muhterem Hocamızın tazim ifade eden medhiyelerine asla layık biri değilim. Okuyunca çok mahcup oldum, ama "Fazilet ehlini ancak fazilet ehli tanır" kaidesince değerli Hocamız kendisine münasip bir üslup kullanmıştır. Hizmet ettiğim camianın bazı hocaları kıskançlık yüzünden bana bu zulmü reva görürken muhterem Hocaefendi'nin bana şefkatle yaklaşması beni çok duygulandırmış ve şu yazıyı yazarken hıçkırıklara boğmuştur."

'BAĞIŞLAMANIZ DİLEĞİYLE'

"Sizin geniş ilminize göre olmasa da kutsal üzüntünüzü hafifletir ümidiyle sunuyorum. Cüret ve cesaret sayarsanız bağışlamanızı dileyerek."

'YUSUF PEYGAMBER GİBİ'

"HER zaman Sünni duygu ve düşüncenin sesi soluğu olmasını bilmiş, aydınlık ruh, Yusuf Peygamber yolunda (zindana giren), Yusuf Peygamber gibi çilesini çeken, İslam'a sadakat ve sabır abidesi, kutlu ve seçkin Ahmet Efendi Hazretleri'nin en yakın zamanda mübarek irşad (halkı uyandırma ve doğru yola çağırma) vazifesine dönmesini Allah'tan dilerim."
Tarih : 12.09.2012

Published with Blogger-droid v2.0.9

3 Eylül 2012 Pazartesi

Sevap Makinesi Başörtüm




Rabbimizin bu emrini yerine getirmek için hakiki Müslümanlar bunun mücadelesini verdiler ve vermeye devam ediyorlar.
Kadın sadece kullara karşı değil Rabbine karşı da büyük bir yükümlülük altındadır. Tesettür emri bu vazifelerin en önemlilerindendir.tesettür emrini bir bayana hatırlatmak ve uygulamak her müslümana farz olduğu gibi yerine getirmesi zor bir vazifedir. Evet başörtüsü bize göre bir vazifedir. 


Büyük fitnelerin vuku bulduğu şu çağda imam Ebu Hanife’ye göre günümüz dilinde peçe de bir vazife sayılır. Her ne kadar uygulamak zor görünse de Rabbimin yardımıyla Uhud dağı büyüklüğündeki dertler sivrisinek kadar can acıtmaz. Ayrıca zahmetsiz rahmetinde olmadığını unutmamak gerekir. Her zaman kadının zayıf bir varlık olduğu dile getirilir. Erkek olmadan kadının bazı işlerin üstesinden gelemeyeceği söylenir. Bazı durumlarda bu böyle olsa da genel itibariyle kadın aslında yeryüzündeki en dayanıklı varlıktır diyebiliriz. Çocuklarına karşı, eşine, anne ve babasına ve çevresine karşı bir çok sorumlulukları vardır.

Eğer böyle bir toplumda yaşıyorsanız ve tesettürünüz hocalarımızın tabiriyle en kamil tesettürse evinizde, sokakta, gittiğiniz hastanelerde, çocuğunuz okula gidiyorsa onu okula götürdüğünüzde, alış veriş yaptığınız marketlerde en önemli şahıs sizsiniz. zaten size öyle değer verirler ki çalışmanıza müsaade edilmez.
Tesettürün karşıtlarından bahsederken sevenlerini de unutmamak lazım. Bir tebessümleriyle azmimizi arttıran yaşlı amcalarımız, teyzelerimiz, selamlarıyla gönlümüze Kevser şerbetini içiren bacılarımız ve manevi desteklerini hissettiğimiz kardeşlerimiz unutulmamalıdır.
Tesettür Rabbe adanmış bir ömrün ifadesidir.
Tesettür günahlara ve çirkefliğe başkaldırıdır.
Tesettür insanları her an Allah’a davet etmektir.

Tesettür müslüman kadının simgesidir, kimliği ve kişiliğidir.
Tesettür her an Allah’tan iffet ve güzel ahlak istemenin bir başka yoludur.
Tesettüre layık birer mümine olmayı, sadece dışarıda değil evimizin içinde de tesettüre riayet edebilmeyi, erkek çocuklarımızı birer Yusuf, kızlarımızı da birer Meryem gibi yetiştirebilmeyi Rabbim tüm müminelere nasip etsin.
 
 
Mine Turhan

2 Eylül 2012 Pazar

Bülbül ne kadar güzel öterse ötsün yine hayvandır

-Cenab-ı Hak, gücümüzün yetmediği hiç bir şeyi bize yüklememiştir. Cennet'e gitmenin şartı, ne üniversite mezunu olmak, ne zengin olmak, ne sanatkâr olmak ve ne de elektriği bulmaktır. Eğer Cennet'e gitmenin şartı bunlar olsaydı, sadece üniversite mezunları, sadece zenginler, sadece sanatkârlar veya sadece Edison giderdi. Halbuki Cennet'e girmenin şartı
--İMANDIR,
--İLİMDİR,
--İBADETTİR.
"Bülbül ne kadar güzel öterse ötsün yine hayvandır" demişler.

-Nasıl ki bülbül olmak,

-bal yapmak,
-süt yapmak
hayvanı hayvanlıktan kurtaramıyor; zengin olmak, hünerli ve sanatkâr olmak,
üniversiteyi bitirmek, güzel yüzlü, güzel gözlü, güzel sesli olmak insanı insan etmeye yetmiyor. İnsanı insan eden belki de sultan eden imandır, Allah'ı tanımak ve O'na sevgiyle, coşkuyla ibadet etmektir.


ALİ RAMAZAN DİNÇ (k.s)

Nasihatler

Ey oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl!
Çünkü namaz çadırın direği gibidir. Direk düzgün ve dik olursa, kazıklar ve ipler sağlıklı, gölgesi de güzel olur. Direk eğilirse ne kazık kalır ortada, ne ip, ne de gölge.

Ey oğulcağızım! Güzel ahlak neye benzer bilir misin? Bir duvardaki kemerleri düşün ki, her iki katman arasında dikili duran direkler vardır. Üst üste katmanlar yükseldikçe bu destek Allah’ın izniyle onları tutar, sağlamlaştırır. Güzel ahlak da böyledir. Biri Allah’a secde ettiğinde, bu Allah’ın dikkatinden kaçmaz. O Rabbine “İlahi, İlahi” diye yalvardığında sesini duyar ve ona döner. Rabb’inin kulu ol ki, o da senin her şeyini kolay ve düz etsin. Şımarık davranıp küçümseyerek insanlardan yüzünü çevirme ki, sana kin beslemesinler..Samimi olarak itiraf et. Allah sana fazlıyla muamele edip ikram ettiği için senin kıymetini arttırıyor ve sana kızmıyor Fakir komşuna ve zavallılara acı. Köleye, esire, başına korku gelene ve yetime merhamet gözüyle bak. Onlara yakın ol. Yetimin başını okşa.

Sen Allah’ın kullarına merhamet edersen, Allah da sana merhamet eder..


Lokman (a.s.) - Nasihatler

31 Ağustos 2012 Cuma

Çocuklara ve Gençlere İslâm’ı Nasıl Anlatmalıyız?

A. GİRİŞ

Bazı insanlar, özellikle gençlerden bir kısmı İslâm’ı bir bütün olarak kavrayamamaktan yakınmaktadırlar. Bu konuda, 1983-2010 yılları arasında derse gittiğimiz Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünde “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ve Öğretim Yöntemleri” isimli dersi okuturken öğrencilerimizin çok sayıda ilginç sorularına muhatap olduk. Sorulardan biri de şöyle idi:

- Hocam, ilk ve ortaöğretimde yıllarca Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi okuduk ama din / İslâm bir bütün olarak hâfızamızda yer etmedi. Bazen camide bir vaaz dinledik veya bir dinî sohbette bulunduk, hocalar hep güzel şeyler anlattılar ama her biri İslâm’ın bir yanını, bir yönünü dile getirmiş oldu. Çocukların ‘boz-yap’ oyunlarındaki gibi bölük-pörçük bilgiler hafızamızda var ama o parçaları bir bütün halinde birleştirmekte zorlanıyoruz. İslâm’ı bir bütün halinde hafızamıza yerleştirebilmemiz için bir anlatım yapar mısınız?..

Evet soru böyle idi… Zor bir soru idi. Bu zor soruya eskilerin deyimiyle; “efradını cami, ağyarını mani” cevap bulabilmek, isteğe uygun bir anlatım yapabilmek için yıllarca düşündük, anlatım denemeleri yaptık. Yaptığımız anlatımı gerek İlâhiyat ve Eğitim Fakültesindeki öğrencilerimizle gerek yaz tatillerinde Milli Eğitim Bakanlığınca düzenlenen Hizmet İçi Eğitim Kursuna katılan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenleriyle paylaşarak ve tartışarak aşağıda özetlemeye çalıştığımız anlatım yöntemini geliştirdik. İnşallah maksada uygun bir anlatım denemesi geliştirebilmişizdir.

B. ANLATIM

Anlatımımızı üç ayrı şahıs üzerinden yapabiliriz. Birincisi; Allah’a, Peygambere ve diğer iman esaslarına tereddütsüz inanan, ibadetlerini eksiksiz yapan, nefsinin olumsuz arzularına ve şeytana uymadan, ahlâklı ve günahlardan sakınan bir insan olarak hayatını sürdüren yani iyi bir mümin ve Müslüman olarak yaşayan insan, İkincisi; Allah’a, Peygambere ve diğer iman esaslarına inanmakla birlikte, ibadetleri bazen yapan bazen terk eden veya bazılarını yapıp bazılarını terk eden, zaman zaman nefsinin olumsuz arzularına ve şeytana boyun eğerek fırsat buldukça hırsızlık yapmak, işine geldiği zaman yalan söylemek, içki içmek, zina yapmak, kumar oynamak...vb. büyük günahlar işleyen, ahlâkı zayıf insan, Üçüncüsü ise; Allah’a, Peygambere inanmayan, bundan dolayı İslâm’a göre münkir, “kâfir” veya ikiyüzlü davranışlarından dolayı “münâfık” olarak nitelendirilen, hep nefsinin arzularına ve şeytanın isteklerine boyun eğerek yaşayan insan...

Şimdi İslâm’ı bu üç insanın hayatı üzerinden anlatmaya çalışalım. Anlatımı ilköğretim seviyesindeki çocuklarla gençlerin gelişimlerini ve anlama yetenek ve kapasitelerini dikkate alarak yapacağız. İnancımız o ki; eğer biz çocuklara ve gençlere İslâm’ı uygun metot ve yöntemlerle bir bütünlük içerisinde anlatabilirsek, umulur ki onlar İslâm’ı bir bütün olarak hâfızalarına yerleştirebilecekler ve daha sağlıklı bir inanca sahip olabileceklerdir.

1. İyi Bir Mümin ve Müslüman’ın Hayatı Üzerinden İslâm’ın Anlatımı

a. İslâm’a giriş

Anlatıma, şöyle bir soru ile başlayabiliriz:

- Çocuklar / gençler, alabildiğine geniş, etrafı çok yüksek duvar ve demir parmaklıklarla çevrili, içi rengarenk güllerle bezenmiş bir bahçe var. Bahçenin ortasında ve yüksekçe bir yerde ise; altı basamaklı merdivenle çıkılarak girilebilen bir ev bulunmaktadır. Evin bir girişi, geniş bir salonu ve üç de odası ve tabii WC ve banyosu mevcut... Böylesine güzel bahçeli bir eve sahip olmak ister misiniz?!.. Böyle bir soruya karşılık onlardan farklı cevaplar gelebilir.Kimi:

- Böyle bir evi nasıl alalım? Bizim böyle bir evi alabilecek kadar paramız yok ki... derken, kimi:

- Bizim zaten öyle bir evimiz / yazlığımız var, diyebilir... vb.

Bu tür cevaplara karşılık:

- Hayır, benim bahsettiğim ev, para ile alınmaz, bedavadır. Üstellik, babanıza, annenize, dedenize ait olan evleri de kastetmiyorum. Bu evi siz alacaksınız ve kendinize ait olacak... Çocuklar / gençler bu açıklama karşısında iyice meraklanırlar. Bunun üzerine konuya şöyle devam edilebilir:

- Paranız olsun-olmasın, sizin gibi çocuk veya genç yahut yetişkin insan olması da fark etmez, isteyen herkes böyle bir eve sahip olabilir. Ancak böyle bir eve sahip olmak isteyen kişinin önce onun kapısını açabilecek anahtarı elde etmesi gerekir. Bu anahtar, özel anlamı olan bir cümleden ibarettir ve bahçe kapısının üzerinde yazılıdır. Bu cümleyi kim içten okur / söyler ve kalpten benimserse, kapıya sinyal gider ve kapı kendiliğinden açılır. Eğer kişi bu cümleyi sadece dili ile söyler de içten benimsemezse kapı açılmaz. Çünkü kapının açılması için sinyal gitmemiş olur. Evet çocuklar, şimdi söyleyin bakalım; kapının açılması için söylenmesi gereken anahtar cümle ne olabilir?!..

Bu açıklama üzerine cevap olarak çocuklardan kimi:

- Kelime-i Şehâdet,” kimi “Kelime-i Tevhid” olduğunu söyleyebilir. Kimi de; “Eûzü-Besmele” veya yalnızca “Besmele” diyebilir. Belki bazen cevabı bilen çocuk / genç çıkmayabilir de... Eğer çocuklar tarafından doğru cevap bulunmuşsa tasdik edilerek, bulunamamış ise, anlatan kişi tarafından cevabı açıklanarak konunun anlatımına başlanabilir:

- Evet, çocuklar, kapının üzerinde yazılı olan ve “anahtar cümle” olarak kabul ettiğimiz Kelime-i Şehâdettir. Yani: “Eşhedü en-lâ ilâhe illaallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû verasûlüh” ifadesidir. İşte aslı böyle olan ve: “Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka bir ilah yoktur ve yine ben şahitlik ederim ki Hz. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” anlamındaki Kelime-i Şehâdeti ve anlamını içten benimseyerek okuyan herkese böyle bir bahçenin kapısı kendiliğinden açılır. Kişi, Kelime-i Şehâdetle İslâm’a veya buradaki benzetmemizle adına “İslâm Bahçesi” denilen bahçeye giriş yapar. Böylelikle kişi, Müslüman olmuş olur. Ancak kişinin Müslümanlığı için yalnızca Kelime-i Şehâdeti okuyup benimsemesi yetmez,” denildikten sonra anlatıma devam edilir:

b. İslâm’ın inanç esasları

- Kelime-i Şehâdeti içten benimseyerek okuduk, kapı açıldı ve bahçeye / İslâm’a girdik. Peki bahçenin içinde neler olabilir?

Şimdi bir göz atalım:

Bahçe misk gibi kokulu, rengârenk güllerle, çiçeklerle bezenmiştir. Havuzundaki fıskiyeden sular fışkırmaktadır. Her tarafta kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmekte ve insanı dinlendirmektedir. Bahçenin giriş kapısından eve doğru o güzelim misk kokulu güllerin ve çiçeklerin arasından giden bir yol vardır. Bu yoldan yürüyerek eve yaklaşıyorsunuz. Ancak, evin giriş kapısına ulaşabilmeniz için altı basamaklı bir merdiven çıkmanız gerekmektedir.Altı basamaktan her birinin yanında ise, bir tabela var ve siz o tabelaların üzerindeki yazıları okuyarak ve onları da içten benimseyerek basamakları çıkıyorsunuz.

1. basamakta: Allah’a inanıyorum,

2. basamakta: Meleklere inanıyorum

3. basamakta: Kitaplara inanıyorum

4. basamakta: Peygamberlere inanıyorum

5. basamakta: Ahiret gününe inanıyorum

6. basamakta: Kadere inanıyorum

diyorsunuz ve mü’min / inanmış kişi olarak evin kapısının önüne gelmiş oluyorsunuz. Çünkü bu altı esasa içten inanan kişiye mü’min denir.

- Çocuklar, bildiğiniz gibi, burada sıralananlara İmanın şartları denir. Bu altı maddenin sıralandığı esaslar inandım anlamına gelen âmentü kelimesi ile başlayan ve âmentü esasları olarak da anılan bir dua cümlesi ile özetlenmektedir. Büyükküçük herkesin bilmesi gereken Âmentü cümlesini hep birlikte okuyalım:

“Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve’lyevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi Teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti, hakkun: Eşhedü en lâ ilâhe illaallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resulühû.”

c. İslâm’ın şartları / ibadetler

- Şimdi sıra geldi o güzelim bahçenin ortasında yer alan güzel ve şirin evin kapısını açmaya... Evin kapısını nasıl veya ne ile açabiliriz?.. İsterseniz, evin kapısını açmadan önce sevgili Peygamberimizin bir sözüne / hadisine kulak verelim. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: “İslâm dini beş şey üzerine kurulmuştur:
Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.av)’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet / tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmaktır. “Bu sözü ile Sevgili Peygamberimiz, İslâm’ın şartlarını sıralamıştır.

Bunlar nelerdir?

1. Kelime-i Şehâdet getirmek/okumak

2. Namaz kılmak

3. Zekât vermek

4. Hacca gitmek

5. Ramazanda oruç tutmak.

İslâm’ın şartlarını, evin bölmelerinden her birinin karşılığı olarak düşünebiliriz. Buna göre: Evin giriş kapısını açmak için, yine o anahtar cümleyi yani Kelime-i Şehâdeti okumak ve tekrar etmek gerekmektedir. Çünkü evin giriş kısmını da, İslâm’ın beş temel esasından Kelime-i Şehâdet oluşturmaktadır.Evin en geniş mekânı olan salon kısmı, İslâm’ın en temel ve devamlı ibadeti olan namaz kılmak, diğer odalardan her birisi ise; oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek karşılığı olarak düşünülebilir.

d. İslâm’da temizlik

- Çocuklar / gençler, bir Müslümanın en çok dikkat etmesi gereken hususlardan biri temizliktir. Onun için dinimiz her namaz için abdest alarak ve gerektiği zamanlarda da guslederek / banyo yaparak bedenimizi temizlememizi ve temiz olarak Allah’ın huzuruna çıkmamızı emretmektedir. Ayrıca bir Müslüman olarak toplum içerisinde de daima temizliğe dikkat etmemiz gerekmektedir. Öte yandan dinimiz içimizin de temiz olmasını istemektedir. Kalbimizde kötü ve yanlış duygu ve düşünceler taşımamızın doğru olmadığını ifade etmektedir.

Öyle ise; kim önce kalbini temiz tutarak evin lavabosunda / banyosunda gerekli temizliğini yapar, namazını kılar, orucunu tutar, çalışıp helâl yoldan para kazanarak zekât verir ve hacca giderse, Müslümanlığının gereğini yapmış olur.

e. İslâm’ın ahlâk esasları

- Çocuklar / gençler, Kelime-i Şehâdeti anahtar, evin önündeki merdivenleri inanç esaslarının karşılığı olarak düşündük. Evin bölmelerinden her birini ise; temizlik ve ibadetler karşılığı olarak kullandık. Peki, bahçedeki güller, çiçekler neyi temsil etmekte veya neyin karşılığı olarak düşünülmektedir? Bu soruya karşılık doğru cevaplar gelirse, tasdik ederek, yanlış cevaplar gelirse tashih ederek açıklama yapmaya devam edilebilir:

- Evet çocuklar, bahçede açılmış lale, gül, sümbül, menekşe, zambak… vb. rengarenk güllerden ve çiçeklerden her birini ise, İslâm’ın ahlâk esaslarından birinin karşılığı olarak düşünebiliriz. Meselâ; affedicilik, arkadaşlık, cömertlik, dostluk, edepli olmak, emanete riayet etmek, iyilik (hayır) severlik, kanaatkârlık, merhametli ve şefkatli olmak, misafirperverlik, sabır, sevgi, selâm, sözünde durmak, alçak gönüllülük... vb. gibi.

İşte iman esaslarına inanan ve içten benimseyen bir kişi, ibadetlerini yapmak ve ahlâk kurallarına da uymak suretiyle -kendi iç dünyasında- ömrünü huzurlu ve mutlu bir şekilde böyle güzelim bahçeli bir evde geçiriyor demektir. Öldüğü zamanda ise, bundan çok daha güzel bir yer olan cennete gidecek ve orada Yüce Rabbimiz kendisine “altlarından ırmaklar akan köşkler” verecektir. Bakınız, Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde bu va’dini bize nasıl iletmektedir:

“İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine verileceğini müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden kendilerine yedirildiğinde: ‘Bu, daha önce de (dünyada iken) yediklerimizdendir’ derler. (Cennetteki bu rızık) onlara o dediklerine benzer verilmiştir. Onlar için orada tertemizeşler de vardır ve onlar orada sonsuz olarak kalacaklardır.”

Sevgili Peygamberimiz de cennete gidecekler için Yüce Rabbimizin:
“Sâlih kullarım için ben, Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan gönlünün hatırlamadığı birtakım nimetler hazırladım.” şeklinde buyurduğunu ifade etmektedir.

- Şimdi söyleyin bakalım çocuklar / gençler, hem dünyada iken oturduğunuz evde ve hem de kendi inanç dünyanızda böylesine güzel bir bahçeli eve sahip olarak huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamak ve öldükten sonra da çok daha güzellerinin verileceği cennete gitmek istemez misiniz?..

Bu soruya karşılık çocuklardan kuşkusuz olumlu cevaplar gelecektir. Alınan cevaplardan sonra ise şöyle devam edilebilir:

- Öyle ise, her zaman Allah’a inanalım ve O’nun bizden istediği gibi iyi bir insan, iyi bir Müslüman olmaya çalışalım. Bu maksatla da sık sık şu duayı okuyalım:
“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr.” Anlamı şudur: “Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilikler (iyi hal) ver ve âhirette de iyilikler ver ve bizi cehennemin azabından koru!”

2. Günahkâr Bir Mü’minin Hayatı Üzerinden İslâm’ın

Anlatımı

- Çocuklar / gençler, Kelime-i Şehâdeti benimseyerek okumak ve Allah’a ve diğer inanç esaslarına inanmakla birlikte, ibadetlerini bazen yapan bazen terk eden veya bazılarını yapıp bazılarını terk eden, yalancılık, ikiyüzlülük, zina, hırsızlık... gibi yanlış ve kötü işler yapan insan da anlattığımız gibi bir bahçeli eve sahip olabilir. Ancak, o abdest almak, gusletmek gibi gerekli olan temizliğe dikkat etmediği, ibadetleri gereği gibi yapmadığı için sahip olduğu ev, temizliğe dikkat eden ve ibadetlerini eksiksiz yapan insanınki gibi bakımlı ve güzel olamaz. Onun evi, ilgisizlikten ve bakımsızlıktan çatısı çökmüş, badanası boyası dökülmüş bir ev gibidir.

Ayrıca bu insan ahlâklı davranmadığı için; bahçesindeki güller solmuş, bakımsızlıktan her tarafı yabani otlar ve dikenlerle kaplanmış, bütün özelliklerini ve güzelliklerini kaybetmiş bir bahçe gibidir. Bu insan da -Allah’a inandığı ve inanç esaslarını kabul ettiği için- zaman zaman huzur ve mutluluğu tadabilir. Ancak onun huzur ve mutluluğu hiçbir zaman birinci kişininki kadar olamaz. Bu insan da, kıyametten sonra günahlarının karşılığı olan cezasını çektikten sonra cennete gider ve oradaki nimetlere kavuşabilir. Ancak onun kavuşacağı nimetler hiçbir zaman birinci kişinin kavuşacağı nimetler kadar güzel olamaz. Yani o, ancak dünyada yaptığı iyilikler kadar karşılık bulur...

3. İnançsız İnsanın Hayatı Üzerinden Anlatım

Allah’a, Peygambere ve diğer inanç esaslarına inanmayan bir kişi ise, İslâm bahçesine girebilmek için gerekli olan o anahtar cümleyi yani Kelime-i Şehâdeti hiç kullanmaz. Bazen başkalarının yanında münafıklık / ikiyüzlülük yaparak kullansa bile, kalpten benimsemediği için inanç dünyasında böyle bir bahçeli eve sahip olamaz. Ancak dünyada iken parası ve imkânı nispetinde, güzel evlere, köşklere veya villalara sahip olabilir. Dünya hayatında, -varlığına inanıp, kabul etmese bile- o da Yüce Rabbimizin kendisine verdiği nimetlerle yaşar, maddi zevklerini tatmin ederek ömrünü tamamlar. Ancak, onun sahip olduğu evler, köşkler ve villalar kökünden koparılıp vazoya konulmuş bitkiler gibidir, ahiret hayatına uzantısı yoktur. Kendisi öldüğü zaman onların hepsi bu dünyada kalır. Böyle inançsız insanlar için ise Yüce Rabbimiz cehennemi hazırlamıştır.

C. SONUÇ

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:

Allah’a inanan, ibadetleri yapan ve dünyada iken yararlı işler yapan insanlar;
Birincisi; dünyadaki evleri
İkincisi; inanç dünyalarındaki köşkleri
Üçüncü ve daha önemlisi ise; cennette oturacakları köşkleri olmak üzere üç mekana sahip olacaklardır.

Hem dünyada ve hem de ahirette huzur ve mutluluk içerisinde yaşayacaklardır. Allah’a inanmayan insanlar ise; yalnızca dünyada elde ettikleri nimetlerle yetinecekler, öldükten sonra herhangi bir nimete kavuşamayacaklardır. Onlar dünyada iken inkârcı olmalarının karşılığı olarak cehennemde ceza göreceklerdir. Tercih ve karar;

- Evet çocuklar / gençler, netice olarak karşımızda üç ayrı insan modeli durmaktadır. Şimdi size soruyorum:

- Birinci insan gibi mi olmak ve yaşamak istersiniz?!..

- İkinci insan gibi mi?

- Yoksa, üçüncü insan gibi mi?

Tercih ve karar sizin!..

Yazar : Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖCAL

Published with Blogger-droid v2.0.8