16 Kasım 2012 Cuma

İslâm Coğrafyasının Gözyaşları

     
          İslâm coğrafyası, huzursuz bir deniz gibi durmadan çalkanıyor. Son iki yüzyılın yerküresinde Müslümanların payına düşen, kan, gözyaşı, yoksulluk ve keder oldu. Müslüman dünya, son iki yüzyılda, insanlık tarihinde yaşanan işgal ve kaosun tümüne birden tanık oldu. Müslümanların toprakları, dünya siyasetinin kozunu paylaştığı, süper güçlerin kuvvet dengelerini oluşturduğu bölgeler halini aldı. Hilal, belki de hiç olmadığı kadar yorgun ve kederli. Müslümanlarsa, içine düştükleri perişaniyetten kurtulacağı günü bekliyor. Gerçekten böyle bir gün var mı?
GAYESİZ ve HEDEFSİZ KİTLELER

    Önce işgalle başladı. Sömürü düzeninin bizim topraklarımızda kurulmasından çok önceki bir işgalle. Müslüman toplumların bir gâye ve hedefe kilitlenmekten uzak düştüğü, Müslüman yöneticiler ve ûlemanın problemi teşhis edip önlemler almaktan geri kaldığı bir dönem, bu sömürüye davetiye çıkardı. İslâm cemaati, dünyanın küçük ve önemsiz meselelerinden ötürü birbirine düştü. Hem dünya hem ukba (âhiret) için önemli olanı hedeflemek bir lüks halini aldı. Böylece üç yüz yıl geçti. Topraklarımızın fiilen işgal edilmesi çok sonra oldu. Belli ki kader, içteki çözülmüşlük ve ayrılığın hatlarını, coğrafi sınırlarla keskinleştirmeye hükmetti. O günden sonra bölük-pörçük bir hale geldik. Yan yana duran toprak parçalarımız birbirinden uzağa düştü. Aradan geçen yıllarda bu korkunç mesafeyi kapatmak mümkün olmadı. Sonrası işgal, kan, gözyaşı ve kardeşin kardeşe silah doğrulttuğu ama düşman karşısında birlikte hareket edemediği acınası bir tablo.

KİMSESİZ MÜSLÜMANLAR
      Bu tablo, yaşadığımız yüzyılda Müslümanların yaşadığı felaketleri özetliyor.Orta Asya’da kendi toprağından sürülen, Uzak Doğu’da mezalime uğrayan, Afrika’da sömürüye teslim edilen, Ortadoğu’da fitne kazanına atılan, Avrupa’da soykırıma maruz kalan, Amerika kıtasında kendisine soluk bulamayan İslâm cemaati, böylece kalbinden vuruldu. Artık ondan, inilti ve feryattan başka ses duyulmaz oldu. Bugün, Doğu Türkistan’dan Suriye’ye, Arakan’dan Somali’ye kadar içinde boğulmaya yüz tuttuğumuz tüm kederler, Müslümanların, sahip oldukları değerler hazinesine yüz çevirmesinin bir sonucudur. Hareket gücünü medeniyetinden alan bir topluluğun, o medeniyete antika eseri gibi bakar hale gelmesinin sonucudur bu zaaf ve güçsüzlük. Batı’nın nöbetçi tayin ettiği bir diktatör tarafından şehrin ortasında savaş uçaklarıyla bombalanan bir halka yardım edemeyişimizin güçsüzlüğünü de burada aramak zorundayız. Ya da inançsız bir toplum tarafından soykırım uygulanan Müslüman bir kabileye el uzatamayışımız. Coğrafyamızı işgal ve fitne ateşiyle yakan süper güçlere sözümüzün yetmeyişi. Dahası, sözümüzün geçerliliğinin olmaması. Bu düşkünlük, bunca kahır, bu kadar acı. Müslümanların kendilerini kimsesiz bırakmasının eseri.

EMPERYALİST AVUNTU

        Aynada böyle görünüyoruz. Müslüman toplumlarda birincil mesele İslâm’ın hayat bulması değil. Bu yüzden, işgalciye “işgalci” demek demode ve anlamsız. Zulmü şiar edinenin “zalim” olduğunu söyleyip durmak kolaycılık. Coğrafyamızda ismi en çok tekrar edilen Allah (cc) buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah insanlara zerre kadar
zulmetmez. Ne var ki insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” (Yunus/44)
21. yüzyıl Müslümanları olarak biz, bu coğrafyayı kendi ellerimizle kaosa ve düşmanlığa teslim ettik. İbadetleri gereksiz ayrıntılar olarak gördük. Dini yaşamayı rafa kaldırdık. Hayatını dine sahip çıkmaya göre düzenlemeyi “aşırı” bulduk. Kariyer planımızda önce nefsimize, sonra çevremize nasihatçi olmak yer almadı. İdeali peşinde saçlarını beyazlatan nesiller yetiştiremedik. Beşeri ve ekonomik anlamda hiçbir sistematiğe sahip olmayan sahabenin ya da tabiinin nasıl Çin’den Avrupa’ya kadar –samimi bir şekilde Peygamber mesajını yaşama ve yaşatma gayretiyle- dünyaya etki ettiğini anlamadık. Zannettik ki, beşeri sistemi dört başı mamur bir şekilde kurarsak, İslâm cemaati de ayağa kalkar. Öyle olmadı. Biz beşeri sistematiğin çarklarına “tek çıkar yol” olarak yanaştıkça, İslâm’ın barış ve selameti bizden uzaklaştı. Ortak bir ideal etrafında birleşemedik. Nüansların kavgasına düştük. Birbirimizden ayrı düştük. O kadar ki, düşman geldiğinde aralarındaki çekişmeyi rafa kaldıran cehalet dönemi kabileleri kadar bile olamadık. Düşmanın birliği de bizi “bir” kılmaya yetmedi.

ASIL MESELEYİ KAÇIRMAK

         Asli olanı ihmal eden Müslümanlar, tâli olandan da mahrum oldu. Üstünlüğü ancak ‘Gücü herşeye yeten’ bir kudretin bahşedeceğine inanan, ama inandığı gibi yaşamayıp, başka havl ve kuvvet arayışına giren cemaat, bu ihmalin bedelini üzerine çöreklenen acımasız bir işgalle ödedi, ödemeye devam ediyor. Bu yüzden, namaza gelmeyen cemaatinin arkasına düşen Hz. Ömer’in önünde açılan kapılar, bize açılmıyor. Bu yüzden, papazlar ya da hahamlar bize Kudüs’ün anahtarlarını teslim etmiyor. Bizde, Kudüs’ü fethedecek kişinin özellikleri yok çünkü. “Allah’ın evi sahipsizken bana zevk yaşamak haram” diyen Selahaddin Eyyubi’deki mertlik yok. Biz daha çok, dünyanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı feda edemeyecek, dünyanın karşısında eğildiği değil, dünya karşısında eğilen toplulukları andırıyoruz. Hâlimiz de, onların akıbetlerini anımsatıyor.

SON SÖZ YERİNE

       Bu acıklı kronik tablo, yeni bir başlangıcın zorunluluğuna işaret ediyor. Nerede yitirdiysek, orada aramaya başlamanın gerekliliğine. Yapılması gerekenlerin ne olduğu, asırlardır unuttuğumuz, dilinden anlamadığımız ve pekçok konuda ayrı vadilerde yaşadığımız Kitap’ta mevcut. O Kitap ki, Arakan’dan Suriye’ye, Afrika’dan Asya’ya gözyaşı döktüğümüz bu devrin de tek kanun koyucusu. Nerede düştüğümüz, nasıl kalkacağımız da bu Kitap’ta. Ve bu Kutlu Kitap, bizim üç asırdır neyi, neden kaybettiğimizi de anlatıyor: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler, Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfüdür, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide/54)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder