28 Kasım 2012 Çarşamba

Bediüzzaman, batı medeniyeti saadet getirmez diyor

Mustafa Özcan, Yeni Akit’teki yazısında Bediüzzaman’ın Batı medeniyetinin insanlığı saadete götürmekten uzak olduğunu söylediğini ifade etti.

ABD’de Yahudi çevrelerin Müslümanlar Masumiyeti filmi üzerinden dünyayı iki kutba ayırmak istediklerine dikkat çeken Özcan, “İslam ve ötekiler. Bazen de dünya Batı ve ötekiler arasında ayrıştırılıyor ve ‘rest of the west’ deniliyor” dedi.



11 Eylül sonrasında Batı’nın hastalıklarının depreştiğini ve nüksettiğini belirten Özcan, “Berlusconi, 11 Eylül akabinde Batı medeniyetinin İslam medeniyetinden üstün olduğunu söyleyivermiştir. Bu Müslümanları barbar olarak nitelendirmenin başka ifadesidir. Müslümanların Masumiyeti filmiyle Müslümanlar saldırıya ve aşağılanmaya maruz kalmasına rağmen yine de barbar olarak nitelendirilmek istenmişlerdir. İşin tuhaf yanı budur. Bernard Lewis, Müslüman Öfkenin Kökeni yazısıyla birlikte medeniyetler çatışması çığırını tetiklemiştir. Huntington onun çığırından gitmiştir. Şimdi fanatik Kıptileri de peşine takmıştır” şeklinde yazdı.
Yahudilerin-Hıristiyanların savunduğu medeniyetin Akif’in deyimiyle mimsiz medeniyet olduğunu vurgulayan Özcan, yazısını şöyle sürdürdü:
“Bediüzzaman da Batı medeniyetinin insanlığı saadete götürmekten uzak olduğunu ve serveti belirli ellere yığdığını ve inhisarcılık yaptığını ifade etmiştir. Hubbu inhisar ise enaniyet kaynaklıdır. Bediüzzaman bu hususta şu hükmü verir: “Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in esas aldığı medeniyette, insanlığın tümünü veya hiç olmazsa büyük ekseriyetini saadete ulaştırması esastır. Oysa, Avrupa’da durum bunun aksidir ve dolayısıyla kabul edilmesi, benimsenmesi, örnek alınması, insanlığın kurtuluşunun reçetesi olarak sunulması mümkün değildir.”

“Peygamberimiz ‘ben son peygamberim bunu iftihar makamında söylemiyorum’ dediği gibi biz de nefsi makamda değil ama hakikat makamında İslam medeniyetinin diğerlerinden üstün olduğunu söylüyoruz. Bunu söylemekten hiç gocunmayız da. El İslam (el hakku) yalu veya yula aleyh. İslam üstündür kimse ona galebe çalamaz. Lakin biz hadimleri olarak Nureddin Zengi (Şehid) gibi de deriz: Allahım kulun Nureddin’i mağlup et ama İslam’ı muzaffer ve payidar kıl.

Mustafa ÖZCAN

26 Kasım 2012 Pazartesi

Kur’an Ebedî Bir Hazineyi Haber Veriyor

Sen fakir ve aç iken, bir parça kuru ekmeğe muhtaçken, birisi gelip sana bir iş teklif etse, günde sadece bir saat çalışmakla 10 milyon dolar ücret alacaksın derse, bu sence bir şans mıdır şanssızlık mıdır?
Ancak sen tembellik edip, bir saatlik işi yapmaya yanaşmazsan, o muazzam fırsatı hakkında azaba dönüştürsen, elbette kabahat senin olur.

Kur’an-ı Kerim
İşte Kur’an bize saatte on milyon, hatta on milyar, hatta sonsuz miktar kazandıracak ebedî bir hazineyi haber veriyor. Bizim gibi aciz, miskin , fakir birine düşen söz konusu hazineden azamî istifade etmeye çalışmaktır.
Kur’an, Allah’ın yanındaki hazineleri bize şöyle haber veriyor:
“Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun yanındadır.” (En’am Suresi,6:59)
“Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir. Allah’ın ayetlerini inkar edenler var ya, işte asıl hüsrana, en büyük kayba uğrayanlar onlardır.” (Zümer Suresi, 39:63)
[Furkan Aydıner, Rabbini Arayan Thomas,İstanbul 2012, Nesil Yayınları,s. 78]

23 Kasım 2012 Cuma

Müstehcen Görüntülere Bakmanın Hükmü Nedir?

Müstehcen Görüntülere Bakmanın Hükmü Nedir?          Geçmişte sokaklar bozulmamış, toplum hayatında kötülükler kol gezer hale gelmemişti.
O yüzden o günkü insanlardaki dindarlık âhiretini kurtarmaktan başka bir mânâya gelmiyordu. İnsanlar sadece âhiretini kurtarmak için dindarlaşıyor, mazbut olma gereği duyuyorlardı. Ya bugün Bugün de öyle mi? Evet bugün öyle değil, insanlar âhiretlerini kurtarma niyetinden önce dünyalarını da kurtarmak için dindarlaşıyorlar, dindarlıktan faydalanıp toplumda kol gezen kötülüklerden kendilerini, çoluk çocuklarını korumaya çalışıyorlar.

           İsterseniz bakın cemiyet hayatına. Her geçen gün bir yenisi çıkan kötülüklerden, bağımlılık ve sefaletten kendilerini en çok koruyanlar dindar olanlardır. Dinine bağlı kalanlardır.
Çünkü dinin insanı kötülüklere iten zaaflar ve alışkanlıklar hakkında yasaklayıcı hükümleri vardır. Bu hükümlere uyan dindarlar sadece âhiretlerini kurtarmakla kalmıyor, dünyalarını da kurtarıyor; gittikçe yaygınlaşan menfi alışkanlıklardan kendilerini ve çocuklarını da muhafaza ediyorlar.

           İsra Sûresi'ndeki 32. âyetin ikazına bakın lütfen: "Zinaya yaklaşmayın!.."

          Zina yapmayın! demiyor, Yaklaşmayın! diyor.

          Çünkü asıl mesele yaklaşmamaktadır. Yaklaşmazsanız kurtulmanız kolay olur. Yaklaştıktan sonraki gelişmelere dayanmanız zorlaşır, ateşe yaklaşanın içine düşmesi gibi bir sonuç çıkabilir.
Onun için zinaya vesile olabilecek, davetçilik mânâsına gelebilecek, tahrik ve teşvikçi görüntüleri yasaklayan din, müstehcene bakılmasını da caiz görmüyor.

           Hatta bu bakma konusunda bir diğer âyetin ikazı, ayrı bir önem arz ediyor. İsterseniz bir de o âyetin ikazına bakalım:
           "İnanmış erkek ve kadınlar gözlerini harama bakmaktan kapasınlar!." (Nur 29?30; Hülâsatülbeyan)

          Gözleri kapamak mümkün mü?
         
           Hayır. Ya niçin kapasınlar diyor?
         
          Öylesine gözlerini harama bakmaktan, müstehcene nazar etmekten korusunlar ki, sanki gözleri kapalıymış da hiç görmemiş gibi hayallerini tertemiz tutsunlar, zihinlerini kirlenmekten korusunlar.
         Zaten İmamı Şibli bu âyeti tefsir ederken:
         Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar, kalb gözlerini de kapalı tutsunlar, haramları hayallerine almasınlar, diyor; hayali dahi korumak istiyor.
Gözle bakış konusunda neden bu kadar ısrarlı ikaz ediliyor insanlar?
Çünkü bütün günahlar, ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.
Öğrenciyse dersine çalışamaz, işçiyse mesleğine tam yönelemez, fikir adamıysa zihnini toparlayamaz, derken her konuda gerileme ve düşüş söz konusu hale gelir.
Bu duruma düşmemek için din, müstehcene karşı yasaklar koyar, mensuplarını böylesine gerilemelere düşmekten kurtarır.

16 Kasım 2012 Cuma

İslâm Coğrafyasının Gözyaşları

     
          İslâm coğrafyası, huzursuz bir deniz gibi durmadan çalkanıyor. Son iki yüzyılın yerküresinde Müslümanların payına düşen, kan, gözyaşı, yoksulluk ve keder oldu. Müslüman dünya, son iki yüzyılda, insanlık tarihinde yaşanan işgal ve kaosun tümüne birden tanık oldu. Müslümanların toprakları, dünya siyasetinin kozunu paylaştığı, süper güçlerin kuvvet dengelerini oluşturduğu bölgeler halini aldı. Hilal, belki de hiç olmadığı kadar yorgun ve kederli. Müslümanlarsa, içine düştükleri perişaniyetten kurtulacağı günü bekliyor. Gerçekten böyle bir gün var mı?
GAYESİZ ve HEDEFSİZ KİTLELER

    Önce işgalle başladı. Sömürü düzeninin bizim topraklarımızda kurulmasından çok önceki bir işgalle. Müslüman toplumların bir gâye ve hedefe kilitlenmekten uzak düştüğü, Müslüman yöneticiler ve ûlemanın problemi teşhis edip önlemler almaktan geri kaldığı bir dönem, bu sömürüye davetiye çıkardı. İslâm cemaati, dünyanın küçük ve önemsiz meselelerinden ötürü birbirine düştü. Hem dünya hem ukba (âhiret) için önemli olanı hedeflemek bir lüks halini aldı. Böylece üç yüz yıl geçti. Topraklarımızın fiilen işgal edilmesi çok sonra oldu. Belli ki kader, içteki çözülmüşlük ve ayrılığın hatlarını, coğrafi sınırlarla keskinleştirmeye hükmetti. O günden sonra bölük-pörçük bir hale geldik. Yan yana duran toprak parçalarımız birbirinden uzağa düştü. Aradan geçen yıllarda bu korkunç mesafeyi kapatmak mümkün olmadı. Sonrası işgal, kan, gözyaşı ve kardeşin kardeşe silah doğrulttuğu ama düşman karşısında birlikte hareket edemediği acınası bir tablo.

KİMSESİZ MÜSLÜMANLAR
      Bu tablo, yaşadığımız yüzyılda Müslümanların yaşadığı felaketleri özetliyor.Orta Asya’da kendi toprağından sürülen, Uzak Doğu’da mezalime uğrayan, Afrika’da sömürüye teslim edilen, Ortadoğu’da fitne kazanına atılan, Avrupa’da soykırıma maruz kalan, Amerika kıtasında kendisine soluk bulamayan İslâm cemaati, böylece kalbinden vuruldu. Artık ondan, inilti ve feryattan başka ses duyulmaz oldu. Bugün, Doğu Türkistan’dan Suriye’ye, Arakan’dan Somali’ye kadar içinde boğulmaya yüz tuttuğumuz tüm kederler, Müslümanların, sahip oldukları değerler hazinesine yüz çevirmesinin bir sonucudur. Hareket gücünü medeniyetinden alan bir topluluğun, o medeniyete antika eseri gibi bakar hale gelmesinin sonucudur bu zaaf ve güçsüzlük. Batı’nın nöbetçi tayin ettiği bir diktatör tarafından şehrin ortasında savaş uçaklarıyla bombalanan bir halka yardım edemeyişimizin güçsüzlüğünü de burada aramak zorundayız. Ya da inançsız bir toplum tarafından soykırım uygulanan Müslüman bir kabileye el uzatamayışımız. Coğrafyamızı işgal ve fitne ateşiyle yakan süper güçlere sözümüzün yetmeyişi. Dahası, sözümüzün geçerliliğinin olmaması. Bu düşkünlük, bunca kahır, bu kadar acı. Müslümanların kendilerini kimsesiz bırakmasının eseri.

EMPERYALİST AVUNTU

        Aynada böyle görünüyoruz. Müslüman toplumlarda birincil mesele İslâm’ın hayat bulması değil. Bu yüzden, işgalciye “işgalci” demek demode ve anlamsız. Zulmü şiar edinenin “zalim” olduğunu söyleyip durmak kolaycılık. Coğrafyamızda ismi en çok tekrar edilen Allah (cc) buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah insanlara zerre kadar
zulmetmez. Ne var ki insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” (Yunus/44)
21. yüzyıl Müslümanları olarak biz, bu coğrafyayı kendi ellerimizle kaosa ve düşmanlığa teslim ettik. İbadetleri gereksiz ayrıntılar olarak gördük. Dini yaşamayı rafa kaldırdık. Hayatını dine sahip çıkmaya göre düzenlemeyi “aşırı” bulduk. Kariyer planımızda önce nefsimize, sonra çevremize nasihatçi olmak yer almadı. İdeali peşinde saçlarını beyazlatan nesiller yetiştiremedik. Beşeri ve ekonomik anlamda hiçbir sistematiğe sahip olmayan sahabenin ya da tabiinin nasıl Çin’den Avrupa’ya kadar –samimi bir şekilde Peygamber mesajını yaşama ve yaşatma gayretiyle- dünyaya etki ettiğini anlamadık. Zannettik ki, beşeri sistemi dört başı mamur bir şekilde kurarsak, İslâm cemaati de ayağa kalkar. Öyle olmadı. Biz beşeri sistematiğin çarklarına “tek çıkar yol” olarak yanaştıkça, İslâm’ın barış ve selameti bizden uzaklaştı. Ortak bir ideal etrafında birleşemedik. Nüansların kavgasına düştük. Birbirimizden ayrı düştük. O kadar ki, düşman geldiğinde aralarındaki çekişmeyi rafa kaldıran cehalet dönemi kabileleri kadar bile olamadık. Düşmanın birliği de bizi “bir” kılmaya yetmedi.

ASIL MESELEYİ KAÇIRMAK

         Asli olanı ihmal eden Müslümanlar, tâli olandan da mahrum oldu. Üstünlüğü ancak ‘Gücü herşeye yeten’ bir kudretin bahşedeceğine inanan, ama inandığı gibi yaşamayıp, başka havl ve kuvvet arayışına giren cemaat, bu ihmalin bedelini üzerine çöreklenen acımasız bir işgalle ödedi, ödemeye devam ediyor. Bu yüzden, namaza gelmeyen cemaatinin arkasına düşen Hz. Ömer’in önünde açılan kapılar, bize açılmıyor. Bu yüzden, papazlar ya da hahamlar bize Kudüs’ün anahtarlarını teslim etmiyor. Bizde, Kudüs’ü fethedecek kişinin özellikleri yok çünkü. “Allah’ın evi sahipsizken bana zevk yaşamak haram” diyen Selahaddin Eyyubi’deki mertlik yok. Biz daha çok, dünyanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı feda edemeyecek, dünyanın karşısında eğildiği değil, dünya karşısında eğilen toplulukları andırıyoruz. Hâlimiz de, onların akıbetlerini anımsatıyor.

SON SÖZ YERİNE

       Bu acıklı kronik tablo, yeni bir başlangıcın zorunluluğuna işaret ediyor. Nerede yitirdiysek, orada aramaya başlamanın gerekliliğine. Yapılması gerekenlerin ne olduğu, asırlardır unuttuğumuz, dilinden anlamadığımız ve pekçok konuda ayrı vadilerde yaşadığımız Kitap’ta mevcut. O Kitap ki, Arakan’dan Suriye’ye, Afrika’dan Asya’ya gözyaşı döktüğümüz bu devrin de tek kanun koyucusu. Nerede düştüğümüz, nasıl kalkacağımız da bu Kitap’ta. Ve bu Kutlu Kitap, bizim üç asırdır neyi, neden kaybettiğimizi de anlatıyor: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler, Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfüdür, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide/54)

İslam'da Şeriat (Allah'ın Kanunları)

İslam'da Şeriat

Şeriat, Allah'ın kanunlarına denen fıkıh terimidir. Doğru yol, hak din yolu, nur, aydınlık ve ışıktır. Peygamber efendimiz (Sav) 'in Allah-u Tealadan aldığı emir ve yasakları insanlara gösterdiği yoldur. Bu yoldan başka bir yola giren kimseler apaçık bir sapıklığa doğru helake doğru sürüklenmektedir.

Müslümanım diyen, Şeriat'ı kabul etmiş demektir. "Ben şeriatçı değilim" demek çok tehlikelidir, direkt dinden çıkarır. Bunun anlamı "Ben Allah'ın kanunlarına uyanlardan değilim" demektir. Allah'ın kanunlarına uymayanlar ise, çok pişman olacakları bir yola sürüklenirler. Bilmeden yapan kimseler ise, kelime-i şahadet getirerek imanını tazelemeli, tövbe ve istiğfar etmeli, ayrıca birdaha böyle yapmamak için samimiyetle Allah'a bağlanmalıdır.

İnsanların çoğu, cahilliklerinden dolayı ŞERİAT'ın ne olduğunu bilmeden ileri geri konuşanlar büyük bir hata yapmaktadır. ŞERİAT'ın ne olduğunu öğrenmek, bilmek ve bilmeyenlere de öğretmek anlatmak gerekir. Kesin olarak inanılması gereken şeyleri bilmeden anlamadan kötülemek, o kişiyi kötü yola sokar ve pişman olacağı şeyler yaptırır. Bilmeden boşu boşuna amelleri yok olur.

Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir. (Mâide suresi, 48. ayet)

Sonra da seni din konusunda bir şeriat sâhibi kıldık. Sen ona uy ; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (Câsiye suresi, 18. ayet)

Şeriat, Allah'ın kanunlarıdır dedik. Peki nedir bu kanunlar ?
Allah'ın kanunları, emrettiği nizam ve intizamlardır. Örneğin Allah'ın helal kıldıkları şeyler şeriat kanunlarındandır. Haram kıldığı (yani yasakladığı şeyler) yine onun kanunlarındandır. Emrettiği şeyler ve yasakladığı şeylerde onun kanunlarındandır.

Bir ticaret yapıldığında nasıl ki işyeri için devletin izni, ruhsatı, vergisi vs. ödenmesi ve onların kanununa uyulması gerekiyorsa, nasılki bu kanunlara uyulmadığı taktirde işyeri kapatılıyor veya ceza veriliyorsa, aynı şekilde Allah'ın kanunlarında da bu tür olaylar vardır. Örneğin (Allah adına) yalan yere yemin etmek Allah'ın kanununda (yani şeriatte) yasaklanmıştır. Bu yasak çiğnenirse cezası uygulanır. Fıkıhta, bu tür cezalara KEFFARET denir.

Yemin konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
"Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğinizin (kalite bakımından) orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz." (Mâide suresi, 89. ayet).

Gördüğünüz gibi, kasıtsız olarak yapılan yeminlerden dolayı sorumlu tutulmayacağımızı, bilerek yapılan yeminlerden sorumlu tutacağımızı Allah(cc) bize bildiriyor. Eğer yine de böyle bir hata yaparsak cezasını söylüyor. Ya 10 fakiri (kendi ailemizin normal gideri gibi, orta hallisinden) yedirmek, yahut 10 fakiri giyindirmek, yahut 1 köleyi serbest bırakmak gerekir. Bunları yapamayan veya bulamayan üçgün oruç tutmalıdır. (Burada anlatılanlarda sıraya riayet edilir. Eğer birisinde imkanı yoksa diğerine bakılır. Herhangi birisini seçmek yerine, sıraya uymak daha iyi olur.)

Yukarıda anlatılan ölçüler, Allah'ın kanunlarından sadece bir tanesidir. Bu kanunlara uyup uymamak insanların cüz-i iradelerine bağlıdır. Eğer bir müslüman, Allah'tan korkuyorsa zaten yalan yere yemin etmez. Ancak etmişse bile bu keffarete uyar. Eğer bu keffaretide yapmazsa, cezası ahirete kalır.
Bir cezanın ahirete kalması demek, büyük bir kayıp demektir. Örneğin 3 gün oruç tutup "Ya Rabbi! Ben pişmanım, yalan yere yemin ettim, affet." deyip, üç gün oruç tutarsa bunun cezasından kurtulur (Allahu alem). Ancak ahirete kalırsa, daha fazla bedel ödemek zorunda kalabilir. Çok pişman olursada, iş işten geçmiştir. Fakat, Allah celle celaluhu affederse o başka..

Farkettiniz mi, Allah(cc) bir cezayı ibadetle telafi ettiriyor. Oruç tutmak, fakirleri yedirmek, köleleri serbest bırakmakta çok faydalı ve faziletlidir. Demekki iyilikler, kötülükleri yok eder.

...Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir... (Hûd suresi, 114. ayet)

Sonuç olarak bir müslüman, şeriate (yani Allah'ın kanunlarına) uymalıdır. Uymaz ise, hiçbirkimseye zarar veremez. Bilakis, kendisi zarar görür ve pişman olur.

Şeriat, insanların Yasasından üstündür. (Yani Allah'ın kanunları, insanların kanunlarından üstündür) Eğer insanların kanunlarında, Allah'ın kanunlarını çiğneyecek şeyler var ise onlara itaat edilmez. İsterse devlet olsun, isterse anne baba olsun Eğer Allah'ın kanunlarını çiğnetmeye emir verirlerse onlara itaat edilmez.

Biz elhamdülillah hem müslümanız, hemde şeriati kabul etmişiz. Allah'ın emirleri başımız üstünedir..

15 Kasım 2012 Perşembe

Kainattaki Eserlerin Sahibi





Kamera, bilgisayar ve cep telefonu gibi kompleks nesneler, ilim ve kudret sahibi olan şuurlu insanların keşfi olduğu gibi bunlardan daha kompleks ve mükemmel olan insanın “göz kamerası”^, “beyin bilgisayarı”^^ ve “kulak telefonu” da çok yüksek seviyede ilim, hikmet ve kudret sahibi birinin icadı olmalıdır. İnsan, aklıyla bu gerçeği bir derece anlayabildiği gibi kainattaki eserlerin sahibi, göndermiş olduğu Kur’an kılavuzuyla da bize Müesebbib-ül Esbab’ın (bütün sebepleri meydana getirenin)kim olduğunu haber verir:

“De ki: Size gökten ve yerden kim rızk veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hâkim) bulunuyor?” (Yunus Suresi,10:31.)

“De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah’tan başka hangi ilah geri verebilir? Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz.” (En’am Suresi, 6:46)

^: Gözün retine hücreleri bir saniyede her biri bir milyon noktadan oluşan on resim çekiyor. Bir ışık fotonu retinaya çarpınca meydana gelen kimyasal reaksiyon sonunda yüz bin iletişim molekülü oluşuyor. Retinanın yaptığını yapmak için, görsel robot programının saniyede bir milyar bilgisayar komutunu aynı anda işlemesi gerekir.” (Roy Abraham Warghese, The Wonder of the World, Tyr Publishing, s 414)

^^: Bilim adamlarına göre, yüz milyar hücrenin binlerce farklı ağlarla birbirine bağlı olarak çalıştığı insan beyni bir bilgisayara değil, binlerce bilgisayar ağına benzetilebilir.

[Furkan Aydıner, Rabbini Arayan Thomas,İstanbul 2012, Nesil Yayınları,s. 45]

6 Kasım 2012 Salı

Namazda pis vesveseler kalbe ve akla gelirse



Bismillahirrahmanirrahim
İ’lem eyyühe’l-aziz!
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.
Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlûp olur. Ancak onları mağlûp edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlarla uğraşmamaktır.
Evet, arılarla uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.
Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez. (HAŞİYE)
(HAŞİYE) : O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı rezileye sevk eder. Meselâ, ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi ayineyi telvis etmez. (Mesnevi-i Nuriye, Hubâb)


Bediüzzaman Said Nursi

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ya tahammül, ya zafer gerek…

Ya tahammül, ya zafer gerek…
Madem ki bu dünyadayız, imtihana da alışacağız.
Zorluk, zahmet çok olur.
Ama Rabbimizin rahmeti de bol olur.
Dikenler çok olsa da bir gülün güzelliği, her zahmeti, her çileyi unutturur.
Attığın her adım, söylediğin her söz, verdiğin her sadaka, Allah için olsun yeter.
Gerçek iyilik, gerçek zenginlik de bu değil mi?