5 Kasım 2013 Salı

Sohbet - Gençler, Evlenin! Evlenin ALLAH İçin!!! ( Harika Bir Vaaz)

http://www.youtube.com/v/wAHtsLkO3kU?autohide=1&version=3&attribution_tag=gl4P3NaoULFgGtnpIc9qqw&autohide=1&feature=share&showinfo=1&autoplay=1

9 Ekim 2013 Çarşamba

Şeytanî Tesettür




Tesettür ikiye ayrılır: Şer'i tesettür, şeytani tesettür.

Şer'i tesettür fıkıh kitaplarımızda yazılıdır.

Merhum şehid İskilipli Atıf efendinin bu konuda güzel ve çok faydalı bir kitapçığı vardır.

Şer'i tesettürün özellikleri nelerdir:

1. Yabancı erkeklerin şehvetli bakışlarını ve dikkatlerini üzerine çekmez.

2. Vücud hatlarını gizler.

3. İslam kadınlarını yükseltir.

4. Zarif ve güzeldir.

5. Sadedir, ucuza mal olur.

Şeytani tesettürün özellikleri:

1. Şehvetli bakışları açık kadın ve kızlardan daha fazla çeker.

2. Dardır, vücut hatlarını gösterir.

3. Alaca bulaca, göze batıcı renklerledir.

4. çok masraflıdır, israfa sebep olur, israf ise haramdır.

5. Rüküştür.

Bugün ülkemizde şeytani tesettür bir sektör haline gelmiştir ve yekun olarak büyük paralar dönmektedir.

Şeytani tesettür israfa yol açtığı için haramdır.

Kur'ana, Sünnete, fıkha uygun şer'i tesettür farzdır; şeytani tesettür haramdır.

Türkiye Müslümanları yeteri kadar medeni Müslüman olsalardı şeytani tesettür olmazdı.

Şu rezalete bakınız:

Tesettür defilesi yapılıyor... Birkaç gün önce bikini mayo modelleri teşhir eden mankenler kiralanmış, sözde tesettür kıyafetleri sergileniyor...

Ortada podyum... Hoparlörlerle 120 desibel şiddetinde rock müziği... Podyumun iki tarafından gözleri fıldır fıldır erkekler, açık kadınlar, sözde tesettürlü kadınlar, gazeteciler, fotografçılar, kameramanlar... Mankenler podyuma çıkıyor. Topuklarıyla yerlere rap rap rap basarak salına salına yürüyor...

Yahu böyle tesettür olur mu?

Bunlar Kur'ana, Sünnete, Şeriata tamamen aykırı şeylerdir.

Maalesef Türkiye İslamcıları tesettürün de cılkını çıkartmışlardır.

Mehmet Şevket Eygi

8 Eylül 2013 Pazar

Duydum ki Allah Rasulü'ne Sövüyor - İhsan Şenocak Hoca


Çözümde Çarede, Allah Resulü Aleyhissaletu Vesselam'a ittibadan geçiyor, muhabbetten geçiyor...

4 Eylül 2013 Çarşamba

Sevgili Kızım ve Değerli Öğretmenim…

Sana elveda demiyorum bilakis yarın görüşmek üzere. Başı dik tuğyana isyan ederek yaşadın. Tüm engelleri redderek hürriyete sınırsızca âşık oldun. Bu ümmet, uygarlıkta hak ettiği yeri alabilsin diye onu yeniden diriltmek ve inşa etmek için sessizce yeni ufuklar arıyordun.
Akranlarının uğraştığı işlerle meşgul olmadın. Her zaman derslerinde birinci olmana rağmen öğrenmeye olan açlığın dinmedi. Bu kısa hayatta sohbetine doyamadım. Vaktim, mutlu olacak ve eğlenecek kadar geniş değildi. 
Rabiatul Adeviyye’de son kez bir araya geldiğimizde, “Sen bizimle olduğunda bile bizden ayrısın” diyerek bana olan sitemini dile getirmiştin. Ben de sana, “Bu hayat birbirimize doyacak kadar geniş değil. Birbirimize doyalım diye Allah’tan cennetinde bize bu sohbeti vermesini temenni ediyorum” demiştim. 
Seni şehit olmadan iki gün önce rüyamda gelinlikler içinde gördüm. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bir güzellikteydin. Yanıma sessizce oturduğunda sana, “Bu gece senin düğün gecen mi?” diye sordum. Sen de “Düğünüm akşam vakitlerinde değil öğlen olacak” demiştin.
Çarşamba günü, öğlen vakti şehit olduğun haberi bana ulaştığında, senin rüyamda bana ne demek istediğini anlamış oldum. Allah’tan seni şehit olarak kabul etmesini niyaz ettim.
Ve şehadetin, bizim haklı olduğumuzu ve düşmanımızın da batılın ta kendisi olduğu inancımızı pekiştirdi. Son vedanda yanında olamamam, son bir kez seni görememem, alnına son bir öpücük konduramamam ve senin cenaze namazını kıldırma şerefine nail olamamam beni derinden üzdü.
Beni bunları yapmaktan alıkoyan, ölümden veya karanlık hücrelerden korku değil, uğruna canını verdiğin davayı (devrimin hedeflerine ulaşması) sürdürebilmekti.
Zalimlere karşı başın dik (göğsünü gere gere) direnirken gaddar kurşunlar göğsüne saplandı ve ruhun yüceldi. Ne kadar güzel bir azmin ve terbiye edilmiş bir nefsin vardı. İnanıyorum ki, sen Allâh’a verdiğin söze sadakat gösterdin, Allah da sana verdiği söze…
Öyle ki, şehadet şerefini bize değil de sana bahşetti. 
Son olarak, sevgili kızım ve değerli öğretmenim.. 
Sana elveda demiyorum bilakis görüşmek üzere. Buluşmamız, yakında peygamber ve ashabıyla birlikte Havz-ı Kevser’de olacak. Sonsuz kudret ve hükümranlık sahibi Allâh’a yakın, O’nun nezdinde değerli ve şerefli bir konumda. Ayrılmamak üzere, birbirimize doyma temennilerimizin gerçekleşeceği bir buluşma…”
(İhvân-ı Müslimin’nin (Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın) liderlerinden Muhammed El Bilteci’nin Adeviyye Meydanı’ndaki kanlı baskında Şehid olan kızı Esmâ’ya yazdığı mektup)

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Hoş Geldin! Ya Şehr-i Ramazan...

“Safâ geldin Ya Şehr-i Ramazan! Hem bu sene inşaAllah bize safâlar, büyük safâlar getirdin.
Merhaba ey mübarek bağışlanma ayı! Merhaba ey zavallıların, ümitsizlerin, fukaranın, çaresizlerin gönlüne teselli, yüzlerce milyon ehl-i imana mağfiret müjdeleyen mukaddes ay! Yılda bir defa, yalnız otuz gün süren misafirliğin bizim için ayrıca sevinç sebebi oluyor.
Büyük küçük cümle tevhit ehlinin kalbinde bizim için, hayli vakittir mazlum ve mağdur olan İslam âlemi için zaferler, haberler, müjdeler getirdiğine dair sağlam bir iman var.
Bak bugün, bölük bölük camilere, Fatihlerin, Peygamber-i Zişan’a halef olmuş muazzam muhteşem hakanların yadigârı ulu mabetlere koşan halk seni nasıl kutluyor.
Tek yürek ve tek ses olarak, bak senden neler, neler diliyor ve bekliyor!
Rabbü’l-Alemin katında onlar için şefaat et, ta ki hayırlı bir bayrama erişip mutlu bir bayram edelim!
Merhaba ey Ramazan ayı, merhaba! Ey imana kuvvet veren, gönüllerden kederleri silip götüren, gelecek için ümitler bahşeden ulvî, kutsî, samimi ay! Her günün bir zafer günü, her saatin bir sevinç saati, bayramın kıvanç dolu bir bayram olsun!
Safa geldin! Neşen, bereketin, ferahın ile geldin. Yine neşe, bereket, ferah ve saadet bırakarak gideceksin. Seni bu sene bundan emin olarak karşılıyoruz, ey ayların mübareği, ey Şehr-i Ramazan!”

7 Temmuz 2013 Pazar

En Kötü Ticaret



Nebi (s.a.v) buyurur ki:
“İblis aleyhilla’ne her gün dünyayı iki
elinde kaldırır ve der ki:
- İnsana zarar veren ve onu üzen şu
dünyayı kim benden satın alır? Ehl-i
dünya der ki:
- Biz alırız.
Şeytan:
- Acele etmeyin, onun bir kısım ayıpları
vardır, der. Onlar:
- Beis yok, derler. Şeytan:
- Fiyatı birkaç dirhem veya dinar değildir;
cennetteki nasibinizdir. Çünkü ben
bunu dört şey karşılığında satın aldım:
Allâh’ın laneti, gazabı, azâbı ve benden
alakasını kesmesi. Bunun uğrunda cenneti
sattım.
Ehl-i dünya:
- Bunlarla beraber kabul ediyoruz, derler.
Şeytan:
- Bunda bana biraz kâr vermenizi isterim.
Bu da dünyaya kalplerinizde yer
ayırıp ebeden onu oradan çıkarmamanızdır,
der. Onlar da:
- Kabul, derler ve alırlar. Şeytan bunların
arkasından der ki:
- Ne kötü bir ticaret bu!
Efendimize (s.a.v.) şeytanın vesvesesinden
sual olundu.
Cevaben: “Hırsız, boş eve girmez, bu,
imanın apaçık delilidir.” buyurdular.
Ali bin Ebu Talib (r.a.)der ki:
“Bizim namazlarımızla Ehl-i Kitab’ın namazları
arasındaki fark, şeytanın vesvesesidir.
Çünkü şeytan onlarla uğraşmaz. Zira
onlar, onun isteklerine uygun davranırlar.
Müminler ise ona muhalefet edip savaşırlar.
Savaş ise ancak karşı çıkan olduğunda
vuku bulur.
Namaza başlamadan önce şu duanın okunması
tavsiye olunmuştur:
“Allahümme ente’l-Evvelu feleyse kableke
şey’un, ve ente’l-Âhiru feleyse
ba’deke şey’un, ve ente’z-Zâhiru feleyse
fevkake şey’un, ve ente’l-Bâtınu feleyse
dûneke şey’un; Zü’l-melekûti ve’l-ceberûti
Subbûhun Kuddûsun Rabbü’l-melâiketi
ve’r-rûhi.”
Vehb bin Münebbih der ki:
“Nuh (a.s) gemiden çıkınca İblis aleyhilla’ne
geldi. Nuh ona:
- Ey Allâh’ın düşmanı! Senin ve ordunun saldırıp
helâk etmesine kavmimin hangi günahları
yardımcı oldu? dedi de:
- Biz onlardan cimri, hırslı, hasedkâr, zorba,
aceleci birini görünce hemen yakalayıveririz.
Bir kimsede bu huyların hepsi toplansa
ona da ‘şeytan-ı merîd’ yani ‘azgın şeytan’
deriz. Çünkü bu huylar, şeytanların reislerinin
huylarındandır.” demişlerdir.


Mahmut Sami RAMAZANOĞLU(k.s)

2 Temmuz 2013 Salı

Zülme karşı durmayan zalimdir


"Zülme karşı durmayan zalimdir"

18 Haziran tarihinde Kaşgar Belediyesi'ne bağlı 18. Okulun 2. Sınıfında okumakta olan 8 yaşındaki Doğu Türkistanlı Müslüman kız, Çin polisi tarafından tecavüze uğradı. Polis tecavüz ettikten sonra kız çocuğunu boğarak öldürdü . Daha sonra parçalara ayırıp bir sokağa terk etti. Polis halen görevine devam ediyor.

BİR GÜN'DE 50'DEN FAZLA KİŞİ HAYATINI KAYBETTİ
Olayın ardından ayaklanan Doğu Türkistanlı Müslümanlar, Çin polisiyle çatışmaya başladı. Bugün de dahil çıkan olaylarda 50'den fazla Doğu Türkistanlı hayatlarını kaybetti.

PEÇE TAKANA CEZA VAR
Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistan'daki baskıları son yıllarda artmaya başlamıştı. Peçe takmak isteyen kadınlara 1500 yuan(470tl) ceza veriliyor ve 10 gün hapse atılıyor. Bu fiyat Doğu Türkistan'da bir aylık asgari maaştan daha fazla.

Olayların yaşadığı Turfan bölgesine Çin Hükümeti tarafından 6 milyon Çinli yerleştirilmiş. Gelen Çinliler Müslüman halkın dükkanlarına ve arazilerine el koymuşlar.

Doğu Türkistanlı Müslümanlar ile Çin polisi arasında çatışmalar devam ediyor.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Ramazanı Beklerken

İnsan aç kalmayı özler mi? Günler önceden ramazana ne kadar kaldı diyerek gün sayıyoruz. O günler gelecek diye çoluk çocuk hepimiz heyecanlıyız. Aç kalacağımız günler yazın kavurucu sıcaklarına denk gelecek olsa da hiç önemi yok. Ne Rahmanî bir şevk! Büyük bir keyifle aç kalacağız.
Ramazan ayında Rabbimiz oruç tutmamızı emrediyor: “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız. (Size farz kılınan oruç) sayılı günlerdedir.” (Bakara, 183-184)
Rabbimiz emrettiği için de çekeceğimiz açlık bir yük ve mahrumiyet değil. Aksine kulluk şuuruyla mayalanan bir manevi haz. Bir yandan dünya yükünü sırtımızdan indirme hafifliği, bir yandan sabahtan akşama kadar sürekli ibadet hali içinde olmanın sevabı… Peygamber Efendimiz s.a.v. de bunu müjdelemiyor mu:
“Allah buyurdu ki: ‘Ademoğlunun işlediği her hayır iş kendisi içindir, fakat oruç böyle değildir. Oruç sırf benim için yapılan bir ibadettir. Onun mükafatını da ben veririm.’ Oruçlu ağzın kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoş, daha temizdir. Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buharî; Muvatta)
“Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan kıyamet gününde yalnız oruç tutanlar girer. Ondan oruç tutanlardan başka kimse girmez. (Kıyamet gününde) ‘Oruç tutanlar nerede?’ denilir. Oruç tutanlar kalkarlar ve o kapıdan girerler. Onlar girdiği zaman kapı kapatılır.” (Buharî)
Beden açlığında tok ruhlar
Ramazanı nasıl sevinçle karşılamayalım ki… Oruç vesilesiyle ahlâkımızı bir kat daha güzelleştireceğiz. Dilimize sahip olmayı öğreneceğiz. İnsanlarla geçimimiz güzelleşecek. Kalp kırıcı kelimeler kullanmaktan kaçınacak, karşımızdakilere daha tahammüllü olacağız. Orucun hatırına sinirlerimize hakim olup bizlere sataşılsa bile oruç ibadeti içinde olduğumuzu düşünerek karşılık vermeyeceğiz.
Namazda olanın huşusunu ve Rabbine yönelişini unutmaması gibi, bizler de oruç ibadeti içinde olduğumuzu düşünerek nefsimizi zaptedeceğiz. Zaten Peygamber Efendimiz de bunu tavsiye etmiyor mu:
“Oruç bir kalkandır. Herhangi biriniz oruçlu olduğunda kötü söz söylemesin ve kötü fiil işlemesin, bağırıp çağırmasın. Şayet birisi ona hakaret eder veya dövüşecek olursa, derhal ‘ben oruçluyum’ desin.” (Buharî)
Oruç vesilesiyle açın halinden daha iyi anlayacağız. Yiyecek bir şeyler bulamamanın, güzel yemeklerin hayalini kurmanın, uzun bir süreden sonra lezzetli bir yemeğin başına kurulmanın ne anlama geldiğini öğreneceğiz. Fakirlere, ihtiyaç sahiplerine merhametimiz ve şefkatimiz bir kat daha artacak. Böylece karnı her zaman doymayanları daha çok hatırlayacağız.
Ramazan bizlere varımızı fakirlere harcamayı öğretecek. Elimizi cebimize atmayı, ihtiyaç sahiplerine zekât ve fitre ile yardıma koşarak cimrilik hastalığından kurtulmamızı sağlayacak. İnsanın yapması en zor olan işi yapacağız, birilerine karşılıksız olarak kendi paramızdan vereceğiz. Bunu yaparken teşekkür bile beklemeyeceğiz. Bunu yapacağız, çünkü Allah bunu emrediyor, biz de duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz ne güzel müjdeler veriyor:
“İman edip yararlı işler işleyenlerin, namaz kılıp, zekât verenlerin Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 277)
İftar ve teravih toplumu
Ramazanı iple çekiyoruz. Çünkü ailece teravih namazlarına da gideceğiz. Cuma dışında bize hasret kalan camiyi her akşam şenlendireceğiz. Diğer mümin kardeşlerimizle birlikte Allah’ın evini hınca hınç dolduracağız. Birbirimize omuz verip birlikte ibadet etmenin, cemaat olmanın lezzetini bir yıl aradan sonra tekrar tadacağız. Namazların arasındaki salâvatlarla kubbeleri inletecek, namaz sonrasında hep birlikte ellerimizi yaratanımıza açarak amin diyeceğiz. Namazdan çıktıktan sonra O’na yönelmenin ve mümin kardeşlerimizle birlikte olmanın verdiği manevi huzurla, evimizin yoluna tarifi imkansız bir gönül coşkusuyla revan olacağız.
Ramazanda ailemize daha fazla zaman ayıracağız. Onlarla her zamankinden daha çok bir arada olacağız. Diğer zamanlarda iş güç nedeniyle eve gelmesi geciken, çoğu zaman kendi başına yemek yemek zorunda kalan bizler, artık çocuklarımızı uyanıkken görebileceğiz. Bütün bir ramazan boyunca iftardan sabaha kadar bir arada olacağız. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İftar sofrasında birlikte Allah’a hamd edip orucumuzu açacağız. Camiye birlikte gideceğiz. Ramazan vesilesiyle aramızdaki sevgi bağı bir başka pekişecek.
Ramazan sayesinde unuttuğumuz davet geleneğimizi hatırlayacağız. Yoğun iş temposu, dünyaya dalma, akşamları televizyonun karşısında vakit öldürme nedeniyle ihmal ettiğimiz dostlarımızı ramazan gelince hatırlayacağız. Onları evimize davet edeceğiz, davetlerine gideceğiz.
Çeşitli dernek ve vakıfların iftarlarında uzun zamandır göremediğimiz dostlarımızla bir araya geleceğiz. Kardeşlik ve dostluk bağlarımız güçlenecek. İhmal ettiğimiz dostlarımızı, unuttuğumuz arkadaşlarımızı hatırlayacağız. Bir düşünün, ramazan dışında ailece bir araya gelemediğiniz ne kadar dostunuz, akrabanız var, değil mi? Ramazanın bizi yakın dostlarımızla bir araya getirmesi bile yeter Allah’a şükretmek için.
Komşulara ikram küslerle barış
Ramazanda bir şeyi daha hatırlarız: Apartmanda komşu diye birilerinin oturduğu aklımıza gelir. Merdivenlerde karşılaştığımızda zoraki selamlaştığımız bina sakinlerine yemek ikram ederiz, onların gönderdikleri yemekleri alırız. Bir geliş gidiş trafiği yaşarız ramazan boyunca. Yaptığımız tatlılardan bir tabak da komşularımıza gönderelim deriz. Onlar da bunu karşılıksız bırakmazlar. Bir de bakmışız ki, mübarek ramazan ayı görüşmeyen ailelerin kaynaşmasına vesile olmuş.
Başımıza bir felaket geldiğinde kapısını ilk çalacağımız kişinin komşumuz olduğunu düşünecek olursak, bizleri onlarla kaynaştıracak bir ay ihsan eden Rabbimize hamd etmek için yeni bir vesile edinmiş oluruz.
Ramazan bir hayra daha vesile olur, küs olduklarımızla barışırız. Rahmet ayının kuşatıcı sevgisi hepimizi kucaklar ve kalbimiz kırık olanlara karşı yumuşarız, onları affederiz. Böylece dargınlıkları sona erdirir, sudan bahanelerle uzak durduğumuz arkadaşlarımızla bir araya geliriz. Barıştıktan sonra da bunca zamandır boş yere bekleyip dargın durmuşuz deriz, içimizden hayıflanırız. Bir çocuk gibi mümin kardeşimizden uzak kaldığımız için kendimizden utanırız.
Ramazanın bereketi bizi de merhamet damarımızdan yakalar, görüşmediğimiz mümin kardeşlerimizle eski günlerimizden çok daha iyi bir arkadaşlık başlatırız. Deriz ki, iyi ki geldin ramazan! Ardından aklımıza Allah Rasulü s.a.v.’in şu güzel tavsiyesi gelir:
“Bir kişinin kardeşiyle üç günden fazla küs kalması helal değildir. İki mümin karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu tarafa, öbürü öte tarafa çevirir. Bu ikisinin hayırlı olanı önce selam verendir.” (Buharî)
Ve bir bayram coşkusu
Sonra ramazanımızı bayram namazıyla taçlandırırız. Namaz sonrasında mümin kardeşlerimize, evimizde ailemize sarılırız. Kardeşlerimizle, hayattaysalar anne babamızın evinde sabah kahvaltısında buluşuruz. Öperiz ellerinden hürmetle. Gözlerinden yaşlar dökülürken sarılırız onlara sıkıca. Sofranın başında şakalaşırız.
Babamız, gözünde hâlâ çocuk olduğumuz için işimizle ilgili tavsiyelerde bulunur, sert ifadelerle direktifler verir. Onun istediği gibi davranmadığımız için de hafiften azarlar. Diğer yandan annemiz yemeğimize müdahale ederek çocukluk günlerimizde olduğu gibi, “Az yiyorsun çocuğum, şundan da al!” der. Sonra yollara düşeriz. Kayınvalidemizle kayınpederimizi ziyarete gideriz. Onların da ellerini öper hallerini hatırlarını sorarız. Bir ihtiyaçları varsa görmeye çalışırız. Diğer akrabamızın büyüklerini ve hocalarımızı ziyaret için de çaba gösteririz. Böylece bayram günlerini ziyaretlerle geçiririz. Akşamları eve girdiğimizde yorgunluktan içeri zor atarız kendimizi. Fakat çok güzel bir şey yapmanın, büyüklerin dualarını almanın, gönüllerini okşamanın ve çocuklarımıza güzel örnek olmanın verdiği huzurla kendimizi bir başka mutlu hissederiz.
Neresinden bakarsanız bakın, her tarafı bir ders olan orucu iştiyakla beklememizden daha tabii ne olabilir? 
Müminin hallerine yabancı olanlar anlamakta güçlük çekebilir. Fakat biz böyleyiz, açlık günlerini bile iple çekeriz.

28 Haziran 2013 Cuma

PASİF DEĞİL, AKTİF MÜSLÜMAN OLMALI!

İslâm, yalnızca iyi insan yetiştirmez. O, iyiliği kendinde kalan pasif iyileri istemez.
İslâm’ın istediği, iyiliği başkalarına yansıyan aktif iyiler olmamızdır. 

Çünkü İslâm, sadece kendini kurtarmayı düşünen bencil bireylerden razı değildir. Elbette bunun için önce bireyin ilmî ve amelî yönden donanımlı olması gerekir. 

Kendini kurtaramayan kimsenin, başkalarını kurtarmaya kalkması hem yanlıştır, hem de bu girişim başarısız olacaktır. Elbette kişi, önce kendini kurtaracak, kendini yetiştirip geliştirecektir; ama bununla kalmayacak, birikimlerini başkalarına taşıyacaktır.

Bir hadislerinde Peygamberimiz (sav),
Mü’min, cennete girene kadar hayır dinlemeye/ hayır işlemeye doymaz(1) buyurur. 

Aslında bu cümle, müslümanın hayra doyumsuz kimse olması gerektiğinin nebevî ifadesidir. 
Evet, Müslüman beşikten mezara kadar ilim öğrenme yolunda cennete doğru ilerleyecektir. Onun asıl hedefi/ aksa’l-gayesi, Yüce Allah’ın Rızasını kazanıp cennete girmek olmalıdır. Zaten ilim yoluna girmiş olan bir kimse cennet yoluna girmiş demektir. Bu yüzden mü’min, sürekli bilgilenen, sürekli ilmini eyleme dönüştüren ve bu şekilde Rabbin katında değerini artırmaya gayret eden kimsedir.

Bir hadislerinde Peygamberimiz(sav) şöyle buyurur:
"Güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. Elbette her mü’minde
bir hayır vardır. Sen, sana fayda verecek şeyin ardına düş…"(2)

Hadis bize hedef göstermektedir. Buna göre Müslüman güçlü olmak için gayret etmelidir. 
Hangi konularda? Elbette her konuda. 

Gerçek mü’min, ilmî bakımdan güçlü olmalı. 
İmanî bakımdan güçlü olmalı. 
Amelî bakımdan güçlü olmalı. 
Fizikî bakımdan güçlü olmalı. 
Malî bakımdan güçlü olmalı. 
Kısaca güçlendirebileceği ve güzelleştirebileceği her şeyini geliştirmeye, güçlendirmeye gayret etmelidir.


Buna göre hadisi şöyle de okuyabiliriz:

İlmî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.


İslâm, ilim dînîdir. “Oku” emri ile başlamış ve çok yönlü bir okuma ile ilimce değer kazanmayı en büyük hedef olarak göstermiştir. 
De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?(3)

Rabbimizin öncelikle Peygamberimiz’e (sav), O’nun şahsında hepimize emrettiği bir duâda şöyle buyrulmuştur: "Rabbim, ilimce beni artır! "
Âyetin, "Rabbim, ilmimi artır" şeklinde değil de "Rabbim ilim bakımından beni artırşeklinde gelmesi, ilim öğrenmedeki asıl hedefin yalnızca bilgilenmek olmayıp ilmi eyleme dönüştürmek olduğuna dikkat çekmek içindir. 

Sahibine değer kazandıracak olan ilim de, eyleme dönüşen ilimdir.


İmanî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Kur’ân pek çok ayetinde îmânı güçlendirmeyi salık verir, îmânı güçlü mü’minleri, gerçek mü’minler
olarak niteler. Sözgelimi bir âyette îmânın artması/güçlenmesinin Allah’ın (cc) âyetleriyle olacağı açıkça
belirtilmiştir: 
"Mü’minler ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu
zaman bu onların îmânlarını artırır."(4)

Demek ki îmânın zinde olması, güçlü olması Allah’ın (cc) âyetleriyle beslenmesine bağlıdır. Allah’ın âyetlerini okumayan, dinlemeyen, onlar üzerinde düşünüp gereklerini yerine getirmeyenlerin îmânları zayıflayacak, belki de küçük sarsıntılarda uçup gidecektir.

Zihnî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Din, akıllı insanlar içindir. Akıllı olmayanlar, dinin yükümlülüklerinden sorumlu değildir. Kur’ân, pek çok âyetinde aklı kullanmayı emreder. Kur’ân’da yalın olarak akıl kelimesi geçmez. Âyetlerde sürekli olarak akletme fiil kalıbında kullanılmıştır. Zira Kur’ân, durağan aklı değil, işlevsel aklı ön plana çıkarır. Hayat Kitabımız, aklı çalıştıracak delillerle doludur. Bu nedenle mü’min, Yüce Allah’ın Kur’ân ve Kâinat kitabındaki âyetlerini okuyup düşünerek aklını zinde tutmakla mükelleftir.

Amelî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Kur’ân, hayırlarda koşturmayı, hayırlarda yarışmayı emreder.
 "Onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler."(5)
Yine Kur’ân’a göre Allah yolunda olanlar, bu uğurda koşturanlar, bu uğurda ayakta olanlar;  oturanlardan çok daha hayırlıdır. 
"Allah, inananlardan, mal ve canlarıyla cihâd edenleri, mertebece,  özürsüz olarak yerlerinde oturanlardan üstün kılmıştır."(6)

Fizikî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

İslâm, Yüce Yaratıcının hemen hemen her insana bahşettiği sağlıklı halini korumayı hedefler.Hastalara bir kısım kolaylıklar sağlansa da onun asıl hedefi sağlıklı mü’minlerden oluşan bir toplumu kurmaktır. Bunun için din, helalinden olmak ve ölçüyü kaçırmamak kaydıyla yiyip içmeyi, Allah’ın nimetlerinden yararlanmayı emretmiştir.

Mâlî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Veren el alan elden üstündür. Bu itibarla İslâm, dünyevileşmeden malı Rabbin Rızasını kazanma yolunda kullanabilen zenginliğe teşvik etmiştir. Zekât, sadaka, hayır hasenat, Allah yolunda cihâd
gibi pek çok ilahî emrin yerine getirilebilmesi variyetle alakalıdır. Mâlî imkânlara sahip olmayanların
bu emirleri layığı ile yerine getirmeleri imkânsızdır.Hadisin son cümlesi de oldukça dikkat çekicidir.
"Elbette her mü’minde bir hayır vardır…" Zayıf da olsa her mü’min değerlidir ve asla İslâm toplumundan dışlanamaz. Nitekim peygamberimiz, çeşitli seviyelerdeki ashâbını hep bağrına basmış,
onlardan yanlış yapanları uyarmış, hak etmişlerse cezalandırmış ama asla onlardan hiç birini dışlamamıştır. Onun hayatında, adam harcama diye bir şey yoktur. Münafıklığı tescilli olan, pek çok sahâbînin nazarında öldürülmeyi çoktan hak etmiş olan İbn Übey’i öldürmeyi teklif edenlere “Ben, Muhammed adamlarını öldürtüyor dedirtmem!” diye karşılık vermiştir.


MÜ’MİN, HAYIRLARIN ADAMIDIR

Hayat Kitabımız Kur’ân, mü’minleri çalışkan, üretken olmaya çağırırken onların istikamet çizgisinden
sapmadan koşturmalarını özellikle ister: 
"Rabbinizin mağfiretine ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun."(7)

"Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın."(8)

"O halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah’adır."(9)

"O halde yarışanlar, bunun için(cennet için) yarışsınlar." (10)

"İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler 
ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut 
olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar."(11)

"Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı."(12)

"Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler."(13)

"Hayırlı bir işte yorul, bir başka hayırlı işe doğrul. Rabbin ile irtibatını kesme."(14)

Tüm bu âyetler, büyük hedeflere doğru sürekli koşturmanın gerekli olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Buna göre, mü’min için, hayırlı işlerde yetinme yoktur. Burada kişinin geldiği konuma/duruma kanâat etmesi ayrı şeydir. Daha hayırlısına talip olması ayrı bir şeydir. 

Evet, Müslüman, hayırlara karşı doyumsuzdur, meşru yolda hayırlı işlerde koşturur. Mü’minler hayırlı işlerde birbirleriyle yarışır, dünyada ve âhirette en iyi yerlere gelmek için gayret ederler. Dolayısıyla İslâm’da ben geleceğim yere geldim, bunlar bana yeter, artık dinlenmeliyim şeklinde bir emeklilik/takâud anlayışı yoktur. Zira mü’minin gerçek anlamda dinleneceği yer cennettir.

Meşru yolda olması gereken bu koşturma, asla yarışçıların ayağını kaydırmaya, hasede dönüşmemelidir.
Çünkü haset, ateşin odunu yediği gibi, sâlih amelleri, iyilikleri yer bitirir, sâlihleri çürütür. 
Çünkü Yüce Allah’ın dünya ve âhiretteki nimetleri herkese fazlasıyla yetecek kadar bol ve bereketlidir. O halde O’ndan istemeli, O’nun kullarına lütfettiğine göz dikmemelidir. O’ndan isterken de istediklerimize
müstehak olmayı da ihmâl etmemeliyiz elbette.

Dipnot:
1-   Tirmizî, İlim 19. 
2-   Müslim, Nesâî, ibn Mâce. 
3-   39 Zümer 9. 
4-   8 Enfâl 2. 
5-   Mü’minûn 61. 
6-   Nisâ 95. 
7-   Âl-i İmrân 133; Hadîd 21. 
8-   Bakara 148.
9-   Mâide 48. 
10- Mutaffifîn 26. 
11- Tevbe 100. 
12- Enbiya 90. 
13- Müminûn 57-61. 
14- İnşirah 7-8.

Yazar : Prof. Dr. Ali AKPINAR

23 Haziran 2013 Pazar

Günah Hastalığının Devâsı

Bâyezid-i Bistâmi (ks) bir gün tımarhânenin
yanından geçerken tabibin ilaç yaptığını görür.
Doktora:
- Ne yapıyorsun öyle? diye sorar. Doktor:
- Delilere ilaç hazırlıyorum, der. Bayezid (ks):
- Günah illetine tutulmuş olanlara, günah 
sebebiyle hasta olanlara da bir ilacınız var mı, diye sorar.

Doktor şaşırıp kalır.
- Ne zor bir suâl sordun. Bir doktora bu suâl sorulmaz ki, deyince Bayezid-i Bistami’ye o anda hafiften bir büyüklük hissi sirâyet eder.
O anda delinin birisi çıkagelir: 
- Efendim, biraz beklerseniz cevâbını ben vereyim, der. Doktor bakar ki sesin sahibi deliliği en fazla olan bir adam. 
Doktor Bayezid’e:
- Gidin efendim, der. 
Deli:
- Allah rızâsı için gitmeyin efendim! Ben derdimin devâsını sizde buldum. Sizin sorduğunuz soruya cevâbı da ben haber vereyim, der.
Deli, belinde bir kasnak, ayaklarına zincirler geçirilmiş bir vaziyette Bayezid’in (ks) yanına gelir. 
Bayezid’e (ks): “Buyurun efendim, buyurun neyi sormuştunuz?” der.
Bayezid (ks):
- Oğlum! Günah sebebiyle insan hasta olur. Hırs var, tamah var; fuhuş, adâvet, riyâ, süm’a, hasetlik, kibir var. Bunlardan kurtulmayınca insan, insan olamaz. Ben, bu derdin devâsını soruyorum.
- Çok güzel bir suâl soruyorsunuz efendim. İnşâallah cevap vermeye gayret edeyim:
 Efendim,
“Tövbe kökünü, istiğfar yaprağı ile karıştırın. Sonra gönül havanında/çanağında tevhid tokmağı ile dövün.
İyice un gibi olsun. Belki içeride irisi kalır; insaf eleğinden de geçirin. Bu şekliyle de tabiî yenilmez.
Bu karışımı da gözyaşı ile yoğurun. Seherde kalkıp boynunuzu Mevlâ’ya bükün. Gözlerinizden yaşlar
dökün. Allâh! Allâh! Estağfirullâh! deyin. Bu hamur da tam olmaz. Mârifet balından katarak kanâat 
kaşığıyla gece gündüz yemeğe ehemmiyet gösterin. Bayezid, delinin gözlerinin içine bakar ve şöyle
der:
"Ehl-i irfânım deyu kimseyi tân etme sen
Defter-i dîvâne sığmaz söz gelir dîvâneden."

Cenâb-ı Rabbi’l-Âlemîn, bizleri mâsivâdan yüz çevirip huzurla kendisini zikreden kullarından eylesin.
(Âmin)
Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allâh’a.

18 Haziran 2013 Salı

İslamî Ölçülere Uygun Düğünler




Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

“Üç kişi vardır ki, onlara yardım etmek Allah’ın üzerine bir haktır. Bu üç kişi şunlardır:

-Allah yolunda cihâda çıkan Mücahid

-Hürriyete kavuşmak için belirli bir bedel ödemesi şart koşulan kişi (Mükâteb)


-İffetli bir hayat yaşamayı arzu ederek evlenen kişi.”(1)

DÜĞÜNLER, TAKVA VE İHLAS ÖLÇÜSÜDÜR

Düğün, baba evinde onyedi yılı aşkın bir müddetle üzerine titrenerek titizlikle yetiştirilmiş taptaze bir gülfidanının yeni goncalar açması için bir başka bahçeye intikali münasebetiyle iki tarafın yaşadığı sevincin ve mutluluğun yakın akrabalar, samîmî dostlar, değerli arkadaşlar ve seçkin davetlilerle paylaşılması olayıdır.

Yepyeni mutlu bir hayatın başlangıcı olan düğünlerimiz, gayet tabiî olarak İslâmî kişiliğin mânevî değerlerimizin, olduğumuz medeniyet anlayışının simgesi olmalı, haramla lekelenmemelidir.

Kadının tesettür şekli; onu kimliğini, kişiliğini, hayat anlayışa, sosyal statüsünü, takvâ ve iffet anlayışını sergilediği gibi, düğünler de düğün sahiplerinin takvâ ve ihlas derecesinin, sahip oldukları hayâ anlayışının açık göstergesi olmaktadır.

Peygamberimiz’in (sav) sünnetinde düğünlerin neşe ve coşku içerisinde, sevinç ve mutluluk çevreye duyurularak alenen icra edilmesi uygun görülmüş, ancak cahiliyet adetlerine uyularak, çalgılı, tesettürsüz, mahrem ve nâ-mahrem ölçüsünün dikkate alınmadığı düğünlere izin verilmemiştir.

Nebevî ölçüler çok açık ve net olmasına rağmen âdet ve geleneklerin ağır basması nedeniyle ve çevrenin etkisiyle günümüzde düğün konusunda müslümanların farklı anlayışlara sahip olduklarını görüyoruz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da “aşırı tavizkâr” ve “aşırt titiz” anlayışın ortasında ideal “itidal” çizgisini yakalama çabaları da yaşanmaktadır.

Her noktada ölçü ve ilke bazında Saadet Çağı›nı örnek alan şuurlu mü›min, gayet tabiî olarak o altın çağdaki düğünlerin nasıl yapıldığını görecek, Peygamberimiz›in (sav) kendisinin, kızlarının ve ashabının tekellüfsüz, israfsız, sade ve nezih düğün şekillerini inceleyecek ve «aile halkına en hayırlı davranışı sergileyen” Allah Rasûlü’nü kendisine örnek olarak alacaktır.

Peygamberimiz (sav) cahiliyet döneminden yeni kurtulan insanlara İslâm’ı tebliğ ederken yaşanmakta olan âdet ve geleneklere, o gün var olan kültürel yapıya sert ve katı müdahalede bulunmamış, sadece toplumu ıslah etme ve yeniden yapılandırma yolunu seçmiştir.

Peygamberimiz (sav) gençlik yıllarında iki defa Nur Dağı civarında koyun güderken Mekke’li gençlerin eğlencelerine katılmak istemiş, her ikisinde def çalınarak şarkı söylenerek icra edilen bir düğünle karşılaşmış, güneş çarpması sonucu uyuyakalmış, Mekke›li gençlerin eğlencelerine katılamamıştır. Peygamberimiz (sav) bunu Allah Teâlâ’nın kendisini kötülüklerden koruması olarak değerlendirmiştir.(2)

Asr-ı saadette yapılan düğünlerde yer yer def çalındığı ve ezgiler söylendiği rivayetleri sahih hadislerde yer almaktadır. Bu düğünlerde söylenen bir ezgide tevhid inancına aykırı sözlere Peygamberimiz (sav) müdahale etmiştir. Peygamberimiz (sav), “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir var” ifadesini duyunca; “Yarın ne olacağını sadece Allah bilir. Siz, bunun yerine “Size geldik.. Size geldik.. Bizi selamlayın.. Biz de sizi selamlayalım, deseniz ya!..” demiştir. (3)

Son derece hassas, takvâ sahibi âlimler her konuda olduğu gibi mûsikî ve eğlence konusunda da titiz bir tutum sergilemişler, Efendimiz’in (sav) bu konudaki sünnetini yorumlarken, düğün ve bayram dışında eğlenceye sıcak bakmamışlardır. İslâm âlimlerinin bu konuda titiz davranmalarına, belki de nefsî arzuların ağır bastığı “eğlencelerde” mübah ve helâl sınırını korumanın zorluğu neden olabilir.

Hadîs-i şeriflerde yer alan müzik ve eğlenceyi sınırlayıcı ve yasaklayıcı ifadeler sebebiyle, İslâm tarihi boyunca genel anlamda eğlence ve mûsikî konusunda “cevaz” veren âlimler daima azınlıkta olmuş, bu âlimler bile daima ihtiyatlı ifadeler kullanmışlar, mûsikî parçalarında kullanılan sözlerin tevhid inancına aykırı olmaması, içki ve fuhuş gibi haramlara özendirmemesi, nağmelerin şehveti gıcıklayıcı olmaması, fitneye sebep olmaması, nâ-mahrem kadın sesi olmaması, (def ve ney gibi nefis üzerinde menfî etkisi olmayan aletler dışında) müzik aletlerinin kullanılmaması gibi şartlar zikretmişlerdir. Kahramanlık marşları, ilahî ve kasideler, kâinattaki güzellikleri anlatan ezgiler gayet tabiî olarak caiz görülmüştür.

 Müzik aletleri konusunda hadîs-i şeriflerde genel ifadeler kullanılmış, def ve ney gibi bazı müzik aletlerine şartlı olarak cevaz ve ruhsat verilmiştir. Sahih-i Buharî’de yer alan “Ümmetimden öyle bir kavim olacak ki, onlar zinayı, ipek elbise giymeyi, içkiyi ve müzik aletlerini helal sayacaklar”(4) hadîs-i şerifi bu konudaki en açık hadîs-i şeriflerden biridir.

Düğünlerde kadınların kendi aralarında eğlenmeleri konusu ise, nâ-mahrem erkeklere görünmeme, haram işlememe, İslâmî edeb ölçülerini ihlal etmeme, fasıkların adetlerini taklit etmeme şartıyla “caiz” görülse bile; düğün eğlenceleri günümüzde genellikle haramlarla içice olduğu ve istismara açık olduğu için “takvâ” çizgisine aykırı görülmüştür.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da fütursuzca cevaz fetvası veren günümüzdeki bazı din adamları, düğünleri mahallî geleneklerin damgasını taşıyan kültürel olaylar olarak nitelemekte, İslâmî anlamda bir düğün icra etme düşüncesi ve kaygısı taşımamaktadırlar. Mânevî ilkeleri bilerek veya bilmeyerek gözardı eden “Topluma Şirin Görünme” mezhebinin temsilcileri “İslâmî Düğün” kavramını bile anlamsız bulmaktadırlar.

İSLAMÎ DÜĞÜN MODELİ

Ancak özellikle büyük şehirlerde birbirleriyle sık sık görüşemeyen kimselerin görüşmesine vesile olan düğünlerde, kalabalığın uğultusu ve çocukların gürültüsünden dolayı en güzide programlar bile gönül huzuruyla izlenememekte, sanki “âdet yerine gelsin” kabilinden bir program uygulanmaktadır.

Düğünlerde miting meydanı gibi bir hatibin inip öbürünün çıkması şeklinde artarda kürsüye çıkan hatiplerin bitmek bilmeyen konuşmaları ne kadar yersiz ve anlamsız ise; istese de istemese de yeteri kadar müzik gıdası(!) alan günümüz insanının, sanki gazinoda imiş gibi, düğün salonunda sadece müzik ve eğlence ile meşgul edilip ona sosyal, ailevî ve mânevî anlamda hiç mesaj verilmemesi de o kadar yersiz ve anlamsızdır.

Üzüntüyle ifade edelim ki, bazı samîmî çabalara rağmen, altını çizerek söylüyorum profesyonel anlamda «İslâmî Sayılabilecek Özgün Düğün Müziği” hâlâ oluşturulamamıştır. İdeal İslâm Ailesi kurmaya talip müslüman gençlerimiz, gayet haklı olarak düğünlerinde arzu edilen anlamda piyasa insanından farklı özel bir düğün programı gerçekleştirmeyi arzu etmekte, düğünlerinde “ihlas ve takvâ” sahibi ilim adamlarının da onayını alan tereddütsüzce ve çekinmeksizin icra edilebilecek İslâmî ölçülere uygun yeni düğün ezgilerinin ve alternatif düğün mûsikîsinin geliştirilmesini istemektedirler.

Bu boşluğun farkında olan birçok hatip, düğün konuşmalarında gayet haklı olarak düğün evinin “matem evi” olmadığını söylemekte, sadece konuşmalarla yetinilmemesini; ölüm ilahîleri ve cenaze marşları yerine mubah düğün ezgilerinin söylenmesini, günümüzde medyatik insanın ilgi alanlarını da dikkate alarak düğüne özgü gülme, eğlenme, şakalaşma, fıkra, mizah, skeç, latife türünden renkli bir programın uygulanması tavsiye etmektedirler.

Her kesimin arzu ettiği müziği bulabildiği bir zamanda, bizim bu konudaki derdimizi anlayabilen sanat ruhlu, mûsikî-şinas kardeşlerimizin; tarihî, millî ve mânevî değerlerimizi ön plana alan yepyeni bir anlayışla, elimizdeki tasavvufî ve mahallî mûsikî parçalarından da yararlanarak, haramlara hiç düşmeksizin, helallerde aşırı gitmeksizin icra edilmek üzere; olan tatlı güfteleri, ince mesajları, ney müziğini andıran lahutî besteleri, kulak üzerinde şehevî ve cinsel etki bırakmayan hoş nağmeleri ile piyasaya alternatif olabilecek “İslâmî Anlamda Özgün bir Düğün Müziği” oluşturmaları samimî temennimizdir.

Kanaatimizce; sesiyle, sözüyle, sevgisiyle, çizgisiyle, fiziğiyle, gönlüyle toplumun azımsanmayacak büyük bir kesimi tarafından kabul gören gibi samîmî, şuurlu, mûsikî-şinas genç kardeşlerimize; ayrıca alternatif programlar icra edilmesini arzu eden düğün salonu işletmecilerine, bu konunun önemine ve ciddiyetine inanan yetki ve imkân sahiplerine, “İslâmî Düğün Modeli” boşluğunu doldurma konusunda büyük görev ve sorumluluk düşmektedir.

DİPNOTLAR:

1) Tirmizi: Fedailü’l-Cihad 20; Nesaî: Nikâh 5; İbn Mace: Itk 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/251, 437;

2) İbn 1 Hıbban, Sahih: 3/56;

3) Heysemî, Mecmeu ‘z-Zevâid: 8/129; Heysemî, Mecmeu ‘l-Bahreyn: 4/178; Taberanî, el-Mu’cemu’s- Sagîr. 1/124;

4) Buharî: Eşribe 6