Doktorlar gelir, her sınıftan insanla dolar taşardı hane. Üstazımızın
bulunmadığı zamanda bile, evleri gece gündüz ziyaret edilirdi.
Hanelerinde sessizce murakabe ve rabıta halinde oturulurdu. Çünkü bu
eve, Efendimizin (sav) ruhaniyetlerinin teşrifi haber verilirdi.
Yapımı sırasında hanenin, İki Cihan Güneşi’nin (sav) teşrif buyurdukları, mübarek ellerinin ziyaret edildiği, basiret ehli kimseler tarafından çokça anlatılırdı.Evin planını Üstazımızla beraber çizdik. Koskoca bir defteri bunun için tükettik. İnşaat mühendislerine arz edilince plan, “Bu ev tekke mi?” demişler.Meczûbînden Cemil Baba’ya, “Eski haneye gelen büyükler, buraya da geliyor mu?” deyince, “Evet” buyurmuş. Kendisi Sami Efendimizin bağrına bastığı keşif keramet sahibi ve tayy-i mekân ehli bir zat idi.
Bazı geceler Üstazımız, “Misafirlerim geliyor” diye yalnız kalırdı. Sabah olduğunda, “Bu gece çok yüksek evsafta kimseler meclis kurdu.” derlerdi. Bir seher vakti odamızın kapısına gelerek, “Bu haneye kimler gelip gidiyor haberiniz yok.” buyurdu.Mübarek gecelerde akan nuru seyredenler de vardı. Akşamları, mübarek gözlerini yumar dakikalarca sağa sola vücud-ı âlîleri hareket ederdi. Bu anları ganimet bilir, biz de gözlerimizi yumar istifadeye çalışırdık Rabbimizin lutfundan.
GÖNLÜ YANIKLARA TEVECCÜH…
Kayseri’den gelen bir gruba teveccühte bulundu. Kapı süratle kapanınca gözlerini açtılar. Çok kısa sürdü bu an. Yolda bu nimete mazhar olanlardan biri, nutuk atmaya başladı. 'Ne bu hal?' diyenlere, 'Kendimden geçtim coşuyorum.' dedi. Bu güzellikler çokça yaşanırdı. Teveccühe mazhar olan bir müftü efendinin, hıçkırıklara boğulması hiç gitmez hatırımızdan. Teveccüh ve müşahede ehli, biiznillahi Teâlâ kuru ağaca baksa yeşerir. Gönüllere sağanak sağanak yağan yağmurla, irfan çiçekleri açar. Teveccüh, Hz. Sıddık’a (ra) Peygamberimizin (sav), “Benim gönlümde ne varsa Sıddık’a aktardım.” buyurduğu nurun, velâyet ölçüsü içerisinde mürşid-i kâmilin kalbinden, müridin gönlüne inen nurdur biiznillahi Teâlâ.
Teveccüh, bir mevhibe-i İlâhîdir. Üstazımız, Üstaz-ı Âlî’lerine şöyle dedi: “Efendim, herkese gönlümü çeviremiyorum. Pejmürde biçimde birileri geliyor, kalbim onlara dönüyor.” İstirahat odalarında bulunuyordum. Kıbleye karşı birbirine sarılmış vaziyette bir nur akıp gitti. Meğer Hızır (as) ile Sami Ramazanoğlu Üstazımızın ruhaniyeti teşrif etmiş… Kendilerini göstermeden, ‘Birileri şöyle görmüş.’ derlerdi. Biz şahıslarıyla alakalı olanları, bu tarz konuşmalarından bilirdik.
ONA DUYULAN SEVGİ...
Melekler kuşattığı gibi etraflarını, zahiren de melek huylu insanlar hava yoluyla ziyaret ederlerdi onu. Hak Teâlâya saygı duyanlara mahlukât da saygı duyar. Bir geyiğin alakasını bilen Abdullah Amca (Malak),'Dağdaki geyikler Efendimi bildi, ama biz bilemedik.' derdi.
ZİYARETÇİLERİNİ BEKLEYİŞ...
Gelenler azığını alır giderdi. Kayseri'den Dr. Mustafa Mıhçıoğlu, 'Akümüzü doldurup gidiyoruz. Bu bize bir ay yeter.' derdi.Onun sohbetine gelenler, ziyaret edilir, duası talep edilirdi. Ankara’nın Mamak bölgesinden gelen ziyaretçiler, hac yolcusu uğurlanır gibi kılavuzlanır ve karşılanır.Arabanın rektefe olduğu gibi, gönülleri nurlananlar, zahiren de nurlanırdı.
İLTİFATINA MAZHAR OLANLAR...
Belediye reislerinden birine, “Bu şekeri gittiğin yerde bulunan şu zata ver.” buyurur. Oda dolusu bir cemaatin içinde şeker takdim edilir. İkramı alan kişinin rengi değişir, gözyaşlarıyla yere düşer. Selamlarını götürdüğüm bazı insanlar da böyle sevinirlerdi. Bayram ziyaretinde, kahve ikram ettiği bir amca, şu sözleri söyleyerek gitti: “Şu anda Erciyes dağının tepesindeyim.” Kucakladığı bir genç, terinden vücuduna bulaşan damlayı koruyordu. Gözlerinden öptükleri de: “Bir daha bu gözle harama bakmak bize caiz değil.” diyorlardı.
ÜÇ HALKA...
İlim, zikir ve diğerleri. İlim halkasında, hocalarla ilmî mübahese ve mütalaalarda bulunurdu. Günün meseleleri konuşulur Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den, ulema-i kiram ve ehl-i tahkikın görüşlerinden nakiller yapılırdı. Darü’l-harp, Cuma namazı ve çeşitli görüş ve düşüncelere parmak basılırdı. Cuma namazını terk eden bir evladına, “Terk ettiğin Cuma namazları için tevbe et, bir daha böyle yapma.” derler. “Darü’s-sulh” ve “darü’l-eman” terimlerini kullanarak, ülkemizin müstesna olduğunu, istikbalinin parlak olacağını söylerlerdi. Faizin haramlığını, fuhşun çirkinliğini anlatırlardı. Ehl-i Hak fırkanın, Peygamberimiz (sav) Ashab-ı Güzin ve müspet ulemanın yolu olduğunu bildirirlerdi.
İhsan mektebinin öğrencilerine, fıkh-ı batını anlatırlardı. İbadetin takva esasına uygun yapılmasını tavsiye ederlerdi. Nefsin ıslah yollarını, bid’atten sakınmayı ve Mevlâ’nın yolunda gayret ve çaba gösterilmesini şiddetle tavsiye ederlerdi. İrşad için müracaat edenlere, mukaddime, başlangıç olarak evrat ve ezkâr verirler, sadakatleri belli olunca istihare yaptırırlardı. Müspet istihareden sonra, ölüm tefekkürü, rabıta-i mürşid ve zikrullahı talim ederlerdi. Dergâhın müdavimleri tek tek derslerini görüşürlerdi. Sohbet ve zikre önem verildiği gibi, dergâhta müridanla baş başa da görüşülür, her hafta bir letâif geçilirdi. Dersini geçmeyenler, ceza olarak dergâha alınmazdı.
Köylü bir amcanın dersinde bulundum. Murakabe halinde gördüklerini anlatıyordu. Taaccüp ettim bu yüksek hale. Üstazımız, “Oğlum, bu işçi, çiftçi amcalarını bu hale getirmek için ne emek sarf ettim.” buyurdular. Kimsenin iltifat etmediği bir kimseye, “ekrabiyyet”, kula Hak Teâlânın yakınlığını beyan eden dersi tarif ederken, inen nura tahammül edemeyerek ağladım. Talim buyurdukları evrat ve ezkâr, nuruyla takdim edildiği için gönüllere nakşolurdu İlâhî tecelli.
DERGÂHA GELİŞ VE GİDİŞ...
Günler evveli hazırlık yapılır, gusül abdesti alınır, temiz elbiseler giyilir, yolda istiğfarlar okunur, ruhaniyete Fatiha ve İhlaslar bağışlanarak gelinirdi. Kabına göre doldururdu testisini ziyaretçi. Zamanını geçirenler içeri alınmazdı. Çoluk çocuk sesi duyulmaz, burun boğaz temizliği hafifçe yapılır veya dışarı çıkılırdı. Çaylar sohbetin bitiminde ikram edilir, kendilerinden önce yudumlanmazdı. Hanelerine girenler, ayaküstü bekler, tebessümle verilen selamı alır ve müsaadeleriyle elleri dizlerinin üzerinde otururlardı. Tek tek hal ve hatırlar sorulur, Eûzü besmele, hamdele, salvele ve bir Fatiha, üç İhlas’la sohbete başlanırdı.
Gözler ara ara ona nazar eder, devamlı bakmazlardı. Öyle an olurdu ki, akan yaşlar halıları ıslatırdı. Bir an olur feryad ü figan kopar, kuşlar gibi çırpınanlar, âh ü enîn edenler, dizlerine vurarak kendinden geçenler su ile salat ü selamla zorla teskin edilirdi. Konya’dan teşrif edenlerden biri, “Efendim, konuşup yorma kendini. Siz oturun, biz bakalım size.” dedi. Dergâha girip çıkanların ilk anlarıyla, son anları değişirdi.Temizlenen elbise, yıkanan araba, güzelkokan toprağın gül ile hemdem olması gibi…
Kafiyeli kelamlar da ederdi. Melek-enis, meleklerin de iştirak ettiği sohbetlerinin akabinde: “İçilsin çayımız, tebdil olsun huyumuz.” Kalkmakta tembellik gösterilirse, “İçin de kaçın!” buyururdu. Elbise ve ayakkabılarını çevirmek için çıktığımızda lâhûtî bir koku duyulurdu. Kendileri zaman zaman “Her halde Hızır (as) geldi.” derdi. Sohbetlerini müteakip gelenler geri gönderildiğinde, “Onların kim olduğunu biliyor musunuz?” buyururdu.
ŞEKER TABAĞI…
Cemaat ayrılırken tutulan şeker tabağı, bazen yağmur gibi akıtırdı nimetini gökten. “Evinizdeki kişilerin adedince alın şekerlerden.” derdi. Aşka gelir, tabaktaki şekerleri saçardı cemaatin üzerine. Vaizi müftüsü, hocası hacısı, cemaatin hepsi yerlerden şeker toplardı. Bu tavrıyla nefisleri, çok usta bir maharetle ıslaha vesile olurlardı.Sofra…
Sofrasından aç kalkılırdı. Helal taam, midelere nur olarak indiği için, karın boş kalırdı. Bu hali teferrüs eden Üstazımız, “Kalkınca doyarsınız.” buyururdu.Bu yemeklerde eli olan Meryem validemiz, devrinin Rabia’sı idi. Yaptığı çorbayı kaşıklayanlar, ömürlerinin sonuna kadar yâd ederlerdi anamızı, rahmetüllahi aleyha. Mübarek ayaklarına tutturduğu sülük, kundağındaki çocukla etmiştir bu hizmetleri. Maddî ve manevî tedavi niyetiyle yenirdi yemekler. Dedem (ks) rahatsızlaştığı zaman, rızkı helal olanların yemeğiyle tedavi olularmış biiznillahi Teâlâ.
Dergâh ve kürsüde yapılan tavsiyeler, hem gönüllerde hem de not defterlerinde muhafaza edilirdi. Çünkü bu kelamlar, Efendimizin (sav) rahlesinin önünde talim olunan nasihatlerdi. Abdest azalarını yıkarken, birinci yıkayışın emmareden temizlenme, ikinci yıkayışın mülhimeden arınma, üçüncüsünün de mutmainne sıfatıyla mevsuf olunması icap ettiğini ifade ederdi. Buna benzer bitmeyen ledünni sözler, evlerde hane halkına, yollarda arkadaş ve dostlara nakledilirdi. Halkla olan münasebetleri eşsizdi. Elli yıl kürsülerde konuştu. Kahvehane köşelerinde, ömrünü heder edenlere el uzattı.
Nişan, düğün, cenaze ve her fırsatta din-i İslâm’ı anlattı. Dinlenin biraz diyenlere, “Hizmet ettikçe diriliyorum.” derdi. Vaiz İpek Hasan Hocamız, “Diktiğiniz fidanları sulayın.” diye kürsülerde konuşması için istirhamda bulunurdu. Vaiz ve nasihat ettiği yerlerdeki insanlar, “Biz abdest ve namazı, teyemmüm ve guslü, dinî bütün meseleleri Hacı Hasan Efendi’den öğrendik.” derlerdi. Dergâh gibi olan haneleri, ilim ve irfanla bir fakülte, maddî ve manevî dertlere deva olmakla bir şifahane, dargınları anlaştırma, yıkılan yuvaları ihya ile bir mahkeme, fakir ve yoksulu gözetme, aç ve bîilaç olanları doyurmakla bir aşhane, garip ve yolculara bir han, ruh ve beden temizliği için bir hamam, her gelenin boş dönmeyeceği nurlu bir mekândı vesselam.
Hanelerinde zikir halkası kurulduğu gibi,ilim halkası da kurulurdu. İlahiyat Fakültesinden gelen hocalara şu dersi verdi.
Âl-i İmran Suresinin 31. ayetini okudu. “De ki: Eğer Allahü Teâlâyı seviyorsanız bana uyun…” Musa (as) gelse, İsa (as) inse dahi Efendimize (sav) uymak mecburiyetindedir.Efendimizin (sav) gelişiyle, diğer din mensupları O’na (sav) tabi olacaklardır.” buyurdu. “Bugün için dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak İslamiyet’i beğendim.” (5 Maide, 3) İmanı tarif ederken Sami Efendi Hazretleri, “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulüllah, ikisinin beraber zikriyledir ancak iman.” der.
Kadirî evradında, okunan bin aded Tevhid’in, “Lâ ilahe illallah” kelime-i tayyibesinin, her yüz başında “Muhammedün Resulüllah” denir bir defa. “Lâ ilahe illallah” İslâm’ın etemmi, “Muhammedürresulüllah” mütemmimidir. Biri Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ifade etmektir. Diğeri ise Efendimizin (sav) risaletini tasdiktir. Bu mekânlara duyulan ihtiyaç… Bir tasavvuf hocası bize şunları anlattı. “Nerde bir gönül mimarı var, orada huzur var. Halk daha ziyade, irfan ehlinin peşinde dolaşıyor.”
Nüfusu üç yüz beş yüz bin iken İstanbul’da beş yüz dergâh var.Her sokağında en az üç dergâh mevcut. Çünkü dergâhın bulunduğu yerler, suç oranlarının en az olduğu yerlerdir. Kendi şahsına hakaret edenlere gülüp geçer derviş. Dedem, “Hafız, neden sana kötü söz söyleyen kimseye cevap vermedin?” deyince, “Efendim, sıksam suyunu çıkarırdım. Ama ben, kötülük edene iyilik yapma tavsiyesini duydum sizden.”
İKİ KANATLA UÇAR KUŞ…
Bir kanadı Allahü Teâlâ için sevgi, bir diğeri Allahü Teâlâ için buğuzdur dervişin. Zengin fakir, hepsi birbirine saygı duyar. Ayakkabısını çevirir, paltosunu tutar, dergâhı süpürür, yatağını eder, hastalara hizmet eder. Birbirini Allahü Teâlâ için severken, karıncayı dahi incitmezken, bir de bakarsınız, kükrer bir cengâver olur. Cihadda, Özbekler Tekkesi bir karakoldur. Mevlevî alayı, vatanın muhafazasında en önemli görevi üstlenmiştir. Eyüp’te bulunan Hâtûniye Tekkesi, bir silah deposudur. İstiklâl Harbinde sarıklı mücahidler, unutulmaz değerlerdir.
Ülkemizin düşman elinden kurtulması için, her türlü yararlılığı göstermişlerdir. Halktan, idareden kopuk değil, iç içedirler. Resulullahın (sav) vekaletinde bulunanlar kabiliyetlerine göre, idareci, muallim ve mürebbidirler.
Yapımı sırasında hanenin, İki Cihan Güneşi’nin (sav) teşrif buyurdukları, mübarek ellerinin ziyaret edildiği, basiret ehli kimseler tarafından çokça anlatılırdı.Evin planını Üstazımızla beraber çizdik. Koskoca bir defteri bunun için tükettik. İnşaat mühendislerine arz edilince plan, “Bu ev tekke mi?” demişler.Meczûbînden Cemil Baba’ya, “Eski haneye gelen büyükler, buraya da geliyor mu?” deyince, “Evet” buyurmuş. Kendisi Sami Efendimizin bağrına bastığı keşif keramet sahibi ve tayy-i mekân ehli bir zat idi.
Bazı geceler Üstazımız, “Misafirlerim geliyor” diye yalnız kalırdı. Sabah olduğunda, “Bu gece çok yüksek evsafta kimseler meclis kurdu.” derlerdi. Bir seher vakti odamızın kapısına gelerek, “Bu haneye kimler gelip gidiyor haberiniz yok.” buyurdu.Mübarek gecelerde akan nuru seyredenler de vardı. Akşamları, mübarek gözlerini yumar dakikalarca sağa sola vücud-ı âlîleri hareket ederdi. Bu anları ganimet bilir, biz de gözlerimizi yumar istifadeye çalışırdık Rabbimizin lutfundan.
GÖNLÜ YANIKLARA TEVECCÜH…
Kayseri’den gelen bir gruba teveccühte bulundu. Kapı süratle kapanınca gözlerini açtılar. Çok kısa sürdü bu an. Yolda bu nimete mazhar olanlardan biri, nutuk atmaya başladı. 'Ne bu hal?' diyenlere, 'Kendimden geçtim coşuyorum.' dedi. Bu güzellikler çokça yaşanırdı. Teveccühe mazhar olan bir müftü efendinin, hıçkırıklara boğulması hiç gitmez hatırımızdan. Teveccüh ve müşahede ehli, biiznillahi Teâlâ kuru ağaca baksa yeşerir. Gönüllere sağanak sağanak yağan yağmurla, irfan çiçekleri açar. Teveccüh, Hz. Sıddık’a (ra) Peygamberimizin (sav), “Benim gönlümde ne varsa Sıddık’a aktardım.” buyurduğu nurun, velâyet ölçüsü içerisinde mürşid-i kâmilin kalbinden, müridin gönlüne inen nurdur biiznillahi Teâlâ.
Teveccüh, bir mevhibe-i İlâhîdir. Üstazımız, Üstaz-ı Âlî’lerine şöyle dedi: “Efendim, herkese gönlümü çeviremiyorum. Pejmürde biçimde birileri geliyor, kalbim onlara dönüyor.” İstirahat odalarında bulunuyordum. Kıbleye karşı birbirine sarılmış vaziyette bir nur akıp gitti. Meğer Hızır (as) ile Sami Ramazanoğlu Üstazımızın ruhaniyeti teşrif etmiş… Kendilerini göstermeden, ‘Birileri şöyle görmüş.’ derlerdi. Biz şahıslarıyla alakalı olanları, bu tarz konuşmalarından bilirdik.
ONA DUYULAN SEVGİ...
Melekler kuşattığı gibi etraflarını, zahiren de melek huylu insanlar hava yoluyla ziyaret ederlerdi onu. Hak Teâlâya saygı duyanlara mahlukât da saygı duyar. Bir geyiğin alakasını bilen Abdullah Amca (Malak),'Dağdaki geyikler Efendimi bildi, ama biz bilemedik.' derdi.
ZİYARETÇİLERİNİ BEKLEYİŞ...
Gelenler azığını alır giderdi. Kayseri'den Dr. Mustafa Mıhçıoğlu, 'Akümüzü doldurup gidiyoruz. Bu bize bir ay yeter.' derdi.Onun sohbetine gelenler, ziyaret edilir, duası talep edilirdi. Ankara’nın Mamak bölgesinden gelen ziyaretçiler, hac yolcusu uğurlanır gibi kılavuzlanır ve karşılanır.Arabanın rektefe olduğu gibi, gönülleri nurlananlar, zahiren de nurlanırdı.
İLTİFATINA MAZHAR OLANLAR...
Belediye reislerinden birine, “Bu şekeri gittiğin yerde bulunan şu zata ver.” buyurur. Oda dolusu bir cemaatin içinde şeker takdim edilir. İkramı alan kişinin rengi değişir, gözyaşlarıyla yere düşer. Selamlarını götürdüğüm bazı insanlar da böyle sevinirlerdi. Bayram ziyaretinde, kahve ikram ettiği bir amca, şu sözleri söyleyerek gitti: “Şu anda Erciyes dağının tepesindeyim.” Kucakladığı bir genç, terinden vücuduna bulaşan damlayı koruyordu. Gözlerinden öptükleri de: “Bir daha bu gözle harama bakmak bize caiz değil.” diyorlardı.
ÜÇ HALKA...
İlim, zikir ve diğerleri. İlim halkasında, hocalarla ilmî mübahese ve mütalaalarda bulunurdu. Günün meseleleri konuşulur Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den, ulema-i kiram ve ehl-i tahkikın görüşlerinden nakiller yapılırdı. Darü’l-harp, Cuma namazı ve çeşitli görüş ve düşüncelere parmak basılırdı. Cuma namazını terk eden bir evladına, “Terk ettiğin Cuma namazları için tevbe et, bir daha böyle yapma.” derler. “Darü’s-sulh” ve “darü’l-eman” terimlerini kullanarak, ülkemizin müstesna olduğunu, istikbalinin parlak olacağını söylerlerdi. Faizin haramlığını, fuhşun çirkinliğini anlatırlardı. Ehl-i Hak fırkanın, Peygamberimiz (sav) Ashab-ı Güzin ve müspet ulemanın yolu olduğunu bildirirlerdi.
İhsan mektebinin öğrencilerine, fıkh-ı batını anlatırlardı. İbadetin takva esasına uygun yapılmasını tavsiye ederlerdi. Nefsin ıslah yollarını, bid’atten sakınmayı ve Mevlâ’nın yolunda gayret ve çaba gösterilmesini şiddetle tavsiye ederlerdi. İrşad için müracaat edenlere, mukaddime, başlangıç olarak evrat ve ezkâr verirler, sadakatleri belli olunca istihare yaptırırlardı. Müspet istihareden sonra, ölüm tefekkürü, rabıta-i mürşid ve zikrullahı talim ederlerdi. Dergâhın müdavimleri tek tek derslerini görüşürlerdi. Sohbet ve zikre önem verildiği gibi, dergâhta müridanla baş başa da görüşülür, her hafta bir letâif geçilirdi. Dersini geçmeyenler, ceza olarak dergâha alınmazdı.
Köylü bir amcanın dersinde bulundum. Murakabe halinde gördüklerini anlatıyordu. Taaccüp ettim bu yüksek hale. Üstazımız, “Oğlum, bu işçi, çiftçi amcalarını bu hale getirmek için ne emek sarf ettim.” buyurdular. Kimsenin iltifat etmediği bir kimseye, “ekrabiyyet”, kula Hak Teâlânın yakınlığını beyan eden dersi tarif ederken, inen nura tahammül edemeyerek ağladım. Talim buyurdukları evrat ve ezkâr, nuruyla takdim edildiği için gönüllere nakşolurdu İlâhî tecelli.
DERGÂHA GELİŞ VE GİDİŞ...
Günler evveli hazırlık yapılır, gusül abdesti alınır, temiz elbiseler giyilir, yolda istiğfarlar okunur, ruhaniyete Fatiha ve İhlaslar bağışlanarak gelinirdi. Kabına göre doldururdu testisini ziyaretçi. Zamanını geçirenler içeri alınmazdı. Çoluk çocuk sesi duyulmaz, burun boğaz temizliği hafifçe yapılır veya dışarı çıkılırdı. Çaylar sohbetin bitiminde ikram edilir, kendilerinden önce yudumlanmazdı. Hanelerine girenler, ayaküstü bekler, tebessümle verilen selamı alır ve müsaadeleriyle elleri dizlerinin üzerinde otururlardı. Tek tek hal ve hatırlar sorulur, Eûzü besmele, hamdele, salvele ve bir Fatiha, üç İhlas’la sohbete başlanırdı.
Gözler ara ara ona nazar eder, devamlı bakmazlardı. Öyle an olurdu ki, akan yaşlar halıları ıslatırdı. Bir an olur feryad ü figan kopar, kuşlar gibi çırpınanlar, âh ü enîn edenler, dizlerine vurarak kendinden geçenler su ile salat ü selamla zorla teskin edilirdi. Konya’dan teşrif edenlerden biri, “Efendim, konuşup yorma kendini. Siz oturun, biz bakalım size.” dedi. Dergâha girip çıkanların ilk anlarıyla, son anları değişirdi.Temizlenen elbise, yıkanan araba, güzelkokan toprağın gül ile hemdem olması gibi…
Kafiyeli kelamlar da ederdi. Melek-enis, meleklerin de iştirak ettiği sohbetlerinin akabinde: “İçilsin çayımız, tebdil olsun huyumuz.” Kalkmakta tembellik gösterilirse, “İçin de kaçın!” buyururdu. Elbise ve ayakkabılarını çevirmek için çıktığımızda lâhûtî bir koku duyulurdu. Kendileri zaman zaman “Her halde Hızır (as) geldi.” derdi. Sohbetlerini müteakip gelenler geri gönderildiğinde, “Onların kim olduğunu biliyor musunuz?” buyururdu.
ŞEKER TABAĞI…
Cemaat ayrılırken tutulan şeker tabağı, bazen yağmur gibi akıtırdı nimetini gökten. “Evinizdeki kişilerin adedince alın şekerlerden.” derdi. Aşka gelir, tabaktaki şekerleri saçardı cemaatin üzerine. Vaizi müftüsü, hocası hacısı, cemaatin hepsi yerlerden şeker toplardı. Bu tavrıyla nefisleri, çok usta bir maharetle ıslaha vesile olurlardı.Sofra…
Sofrasından aç kalkılırdı. Helal taam, midelere nur olarak indiği için, karın boş kalırdı. Bu hali teferrüs eden Üstazımız, “Kalkınca doyarsınız.” buyururdu.Bu yemeklerde eli olan Meryem validemiz, devrinin Rabia’sı idi. Yaptığı çorbayı kaşıklayanlar, ömürlerinin sonuna kadar yâd ederlerdi anamızı, rahmetüllahi aleyha. Mübarek ayaklarına tutturduğu sülük, kundağındaki çocukla etmiştir bu hizmetleri. Maddî ve manevî tedavi niyetiyle yenirdi yemekler. Dedem (ks) rahatsızlaştığı zaman, rızkı helal olanların yemeğiyle tedavi olularmış biiznillahi Teâlâ.
Dergâh ve kürsüde yapılan tavsiyeler, hem gönüllerde hem de not defterlerinde muhafaza edilirdi. Çünkü bu kelamlar, Efendimizin (sav) rahlesinin önünde talim olunan nasihatlerdi. Abdest azalarını yıkarken, birinci yıkayışın emmareden temizlenme, ikinci yıkayışın mülhimeden arınma, üçüncüsünün de mutmainne sıfatıyla mevsuf olunması icap ettiğini ifade ederdi. Buna benzer bitmeyen ledünni sözler, evlerde hane halkına, yollarda arkadaş ve dostlara nakledilirdi. Halkla olan münasebetleri eşsizdi. Elli yıl kürsülerde konuştu. Kahvehane köşelerinde, ömrünü heder edenlere el uzattı.
Nişan, düğün, cenaze ve her fırsatta din-i İslâm’ı anlattı. Dinlenin biraz diyenlere, “Hizmet ettikçe diriliyorum.” derdi. Vaiz İpek Hasan Hocamız, “Diktiğiniz fidanları sulayın.” diye kürsülerde konuşması için istirhamda bulunurdu. Vaiz ve nasihat ettiği yerlerdeki insanlar, “Biz abdest ve namazı, teyemmüm ve guslü, dinî bütün meseleleri Hacı Hasan Efendi’den öğrendik.” derlerdi. Dergâh gibi olan haneleri, ilim ve irfanla bir fakülte, maddî ve manevî dertlere deva olmakla bir şifahane, dargınları anlaştırma, yıkılan yuvaları ihya ile bir mahkeme, fakir ve yoksulu gözetme, aç ve bîilaç olanları doyurmakla bir aşhane, garip ve yolculara bir han, ruh ve beden temizliği için bir hamam, her gelenin boş dönmeyeceği nurlu bir mekândı vesselam.
Hanelerinde zikir halkası kurulduğu gibi,ilim halkası da kurulurdu. İlahiyat Fakültesinden gelen hocalara şu dersi verdi.
Âl-i İmran Suresinin 31. ayetini okudu. “De ki: Eğer Allahü Teâlâyı seviyorsanız bana uyun…” Musa (as) gelse, İsa (as) inse dahi Efendimize (sav) uymak mecburiyetindedir.Efendimizin (sav) gelişiyle, diğer din mensupları O’na (sav) tabi olacaklardır.” buyurdu. “Bugün için dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak İslamiyet’i beğendim.” (5 Maide, 3) İmanı tarif ederken Sami Efendi Hazretleri, “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulüllah, ikisinin beraber zikriyledir ancak iman.” der.
Kadirî evradında, okunan bin aded Tevhid’in, “Lâ ilahe illallah” kelime-i tayyibesinin, her yüz başında “Muhammedün Resulüllah” denir bir defa. “Lâ ilahe illallah” İslâm’ın etemmi, “Muhammedürresulüllah” mütemmimidir. Biri Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ifade etmektir. Diğeri ise Efendimizin (sav) risaletini tasdiktir. Bu mekânlara duyulan ihtiyaç… Bir tasavvuf hocası bize şunları anlattı. “Nerde bir gönül mimarı var, orada huzur var. Halk daha ziyade, irfan ehlinin peşinde dolaşıyor.”
Nüfusu üç yüz beş yüz bin iken İstanbul’da beş yüz dergâh var.Her sokağında en az üç dergâh mevcut. Çünkü dergâhın bulunduğu yerler, suç oranlarının en az olduğu yerlerdir. Kendi şahsına hakaret edenlere gülüp geçer derviş. Dedem, “Hafız, neden sana kötü söz söyleyen kimseye cevap vermedin?” deyince, “Efendim, sıksam suyunu çıkarırdım. Ama ben, kötülük edene iyilik yapma tavsiyesini duydum sizden.”
İKİ KANATLA UÇAR KUŞ…
Bir kanadı Allahü Teâlâ için sevgi, bir diğeri Allahü Teâlâ için buğuzdur dervişin. Zengin fakir, hepsi birbirine saygı duyar. Ayakkabısını çevirir, paltosunu tutar, dergâhı süpürür, yatağını eder, hastalara hizmet eder. Birbirini Allahü Teâlâ için severken, karıncayı dahi incitmezken, bir de bakarsınız, kükrer bir cengâver olur. Cihadda, Özbekler Tekkesi bir karakoldur. Mevlevî alayı, vatanın muhafazasında en önemli görevi üstlenmiştir. Eyüp’te bulunan Hâtûniye Tekkesi, bir silah deposudur. İstiklâl Harbinde sarıklı mücahidler, unutulmaz değerlerdir.
Ülkemizin düşman elinden kurtulması için, her türlü yararlılığı göstermişlerdir. Halktan, idareden kopuk değil, iç içedirler. Resulullahın (sav) vekaletinde bulunanlar kabiliyetlerine göre, idareci, muallim ve mürebbidirler.
Ali Ramazan Dinç Efendi Hazretleri (k.s)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder