28 Haziran 2013 Cuma

PASİF DEĞİL, AKTİF MÜSLÜMAN OLMALI!

İslâm, yalnızca iyi insan yetiştirmez. O, iyiliği kendinde kalan pasif iyileri istemez.
İslâm’ın istediği, iyiliği başkalarına yansıyan aktif iyiler olmamızdır. 

Çünkü İslâm, sadece kendini kurtarmayı düşünen bencil bireylerden razı değildir. Elbette bunun için önce bireyin ilmî ve amelî yönden donanımlı olması gerekir. 

Kendini kurtaramayan kimsenin, başkalarını kurtarmaya kalkması hem yanlıştır, hem de bu girişim başarısız olacaktır. Elbette kişi, önce kendini kurtaracak, kendini yetiştirip geliştirecektir; ama bununla kalmayacak, birikimlerini başkalarına taşıyacaktır.

Bir hadislerinde Peygamberimiz (sav),
Mü’min, cennete girene kadar hayır dinlemeye/ hayır işlemeye doymaz(1) buyurur. 

Aslında bu cümle, müslümanın hayra doyumsuz kimse olması gerektiğinin nebevî ifadesidir. 
Evet, Müslüman beşikten mezara kadar ilim öğrenme yolunda cennete doğru ilerleyecektir. Onun asıl hedefi/ aksa’l-gayesi, Yüce Allah’ın Rızasını kazanıp cennete girmek olmalıdır. Zaten ilim yoluna girmiş olan bir kimse cennet yoluna girmiş demektir. Bu yüzden mü’min, sürekli bilgilenen, sürekli ilmini eyleme dönüştüren ve bu şekilde Rabbin katında değerini artırmaya gayret eden kimsedir.

Bir hadislerinde Peygamberimiz(sav) şöyle buyurur:
"Güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. Elbette her mü’minde
bir hayır vardır. Sen, sana fayda verecek şeyin ardına düş…"(2)

Hadis bize hedef göstermektedir. Buna göre Müslüman güçlü olmak için gayret etmelidir. 
Hangi konularda? Elbette her konuda. 

Gerçek mü’min, ilmî bakımdan güçlü olmalı. 
İmanî bakımdan güçlü olmalı. 
Amelî bakımdan güçlü olmalı. 
Fizikî bakımdan güçlü olmalı. 
Malî bakımdan güçlü olmalı. 
Kısaca güçlendirebileceği ve güzelleştirebileceği her şeyini geliştirmeye, güçlendirmeye gayret etmelidir.


Buna göre hadisi şöyle de okuyabiliriz:

İlmî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.


İslâm, ilim dînîdir. “Oku” emri ile başlamış ve çok yönlü bir okuma ile ilimce değer kazanmayı en büyük hedef olarak göstermiştir. 
De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?(3)

Rabbimizin öncelikle Peygamberimiz’e (sav), O’nun şahsında hepimize emrettiği bir duâda şöyle buyrulmuştur: "Rabbim, ilimce beni artır! "
Âyetin, "Rabbim, ilmimi artır" şeklinde değil de "Rabbim ilim bakımından beni artırşeklinde gelmesi, ilim öğrenmedeki asıl hedefin yalnızca bilgilenmek olmayıp ilmi eyleme dönüştürmek olduğuna dikkat çekmek içindir. 

Sahibine değer kazandıracak olan ilim de, eyleme dönüşen ilimdir.


İmanî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Kur’ân pek çok ayetinde îmânı güçlendirmeyi salık verir, îmânı güçlü mü’minleri, gerçek mü’minler
olarak niteler. Sözgelimi bir âyette îmânın artması/güçlenmesinin Allah’ın (cc) âyetleriyle olacağı açıkça
belirtilmiştir: 
"Mü’minler ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu
zaman bu onların îmânlarını artırır."(4)

Demek ki îmânın zinde olması, güçlü olması Allah’ın (cc) âyetleriyle beslenmesine bağlıdır. Allah’ın âyetlerini okumayan, dinlemeyen, onlar üzerinde düşünüp gereklerini yerine getirmeyenlerin îmânları zayıflayacak, belki de küçük sarsıntılarda uçup gidecektir.

Zihnî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Din, akıllı insanlar içindir. Akıllı olmayanlar, dinin yükümlülüklerinden sorumlu değildir. Kur’ân, pek çok âyetinde aklı kullanmayı emreder. Kur’ân’da yalın olarak akıl kelimesi geçmez. Âyetlerde sürekli olarak akletme fiil kalıbında kullanılmıştır. Zira Kur’ân, durağan aklı değil, işlevsel aklı ön plana çıkarır. Hayat Kitabımız, aklı çalıştıracak delillerle doludur. Bu nedenle mü’min, Yüce Allah’ın Kur’ân ve Kâinat kitabındaki âyetlerini okuyup düşünerek aklını zinde tutmakla mükelleftir.

Amelî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Kur’ân, hayırlarda koşturmayı, hayırlarda yarışmayı emreder.
 "Onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler."(5)
Yine Kur’ân’a göre Allah yolunda olanlar, bu uğurda koşturanlar, bu uğurda ayakta olanlar;  oturanlardan çok daha hayırlıdır. 
"Allah, inananlardan, mal ve canlarıyla cihâd edenleri, mertebece,  özürsüz olarak yerlerinde oturanlardan üstün kılmıştır."(6)

Fizikî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

İslâm, Yüce Yaratıcının hemen hemen her insana bahşettiği sağlıklı halini korumayı hedefler.Hastalara bir kısım kolaylıklar sağlansa da onun asıl hedefi sağlıklı mü’minlerden oluşan bir toplumu kurmaktır. Bunun için din, helalinden olmak ve ölçüyü kaçırmamak kaydıyla yiyip içmeyi, Allah’ın nimetlerinden yararlanmayı emretmiştir.

Mâlî bakımdan güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.

Veren el alan elden üstündür. Bu itibarla İslâm, dünyevileşmeden malı Rabbin Rızasını kazanma yolunda kullanabilen zenginliğe teşvik etmiştir. Zekât, sadaka, hayır hasenat, Allah yolunda cihâd
gibi pek çok ilahî emrin yerine getirilebilmesi variyetle alakalıdır. Mâlî imkânlara sahip olmayanların
bu emirleri layığı ile yerine getirmeleri imkânsızdır.Hadisin son cümlesi de oldukça dikkat çekicidir.
"Elbette her mü’minde bir hayır vardır…" Zayıf da olsa her mü’min değerlidir ve asla İslâm toplumundan dışlanamaz. Nitekim peygamberimiz, çeşitli seviyelerdeki ashâbını hep bağrına basmış,
onlardan yanlış yapanları uyarmış, hak etmişlerse cezalandırmış ama asla onlardan hiç birini dışlamamıştır. Onun hayatında, adam harcama diye bir şey yoktur. Münafıklığı tescilli olan, pek çok sahâbînin nazarında öldürülmeyi çoktan hak etmiş olan İbn Übey’i öldürmeyi teklif edenlere “Ben, Muhammed adamlarını öldürtüyor dedirtmem!” diye karşılık vermiştir.


MÜ’MİN, HAYIRLARIN ADAMIDIR

Hayat Kitabımız Kur’ân, mü’minleri çalışkan, üretken olmaya çağırırken onların istikamet çizgisinden
sapmadan koşturmalarını özellikle ister: 
"Rabbinizin mağfiretine ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun."(7)

"Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın."(8)

"O halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah’adır."(9)

"O halde yarışanlar, bunun için(cennet için) yarışsınlar." (10)

"İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler 
ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut 
olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar."(11)

"Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı."(12)

"Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler."(13)

"Hayırlı bir işte yorul, bir başka hayırlı işe doğrul. Rabbin ile irtibatını kesme."(14)

Tüm bu âyetler, büyük hedeflere doğru sürekli koşturmanın gerekli olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Buna göre, mü’min için, hayırlı işlerde yetinme yoktur. Burada kişinin geldiği konuma/duruma kanâat etmesi ayrı şeydir. Daha hayırlısına talip olması ayrı bir şeydir. 

Evet, Müslüman, hayırlara karşı doyumsuzdur, meşru yolda hayırlı işlerde koşturur. Mü’minler hayırlı işlerde birbirleriyle yarışır, dünyada ve âhirette en iyi yerlere gelmek için gayret ederler. Dolayısıyla İslâm’da ben geleceğim yere geldim, bunlar bana yeter, artık dinlenmeliyim şeklinde bir emeklilik/takâud anlayışı yoktur. Zira mü’minin gerçek anlamda dinleneceği yer cennettir.

Meşru yolda olması gereken bu koşturma, asla yarışçıların ayağını kaydırmaya, hasede dönüşmemelidir.
Çünkü haset, ateşin odunu yediği gibi, sâlih amelleri, iyilikleri yer bitirir, sâlihleri çürütür. 
Çünkü Yüce Allah’ın dünya ve âhiretteki nimetleri herkese fazlasıyla yetecek kadar bol ve bereketlidir. O halde O’ndan istemeli, O’nun kullarına lütfettiğine göz dikmemelidir. O’ndan isterken de istediklerimize
müstehak olmayı da ihmâl etmemeliyiz elbette.

Dipnot:
1-   Tirmizî, İlim 19. 
2-   Müslim, Nesâî, ibn Mâce. 
3-   39 Zümer 9. 
4-   8 Enfâl 2. 
5-   Mü’minûn 61. 
6-   Nisâ 95. 
7-   Âl-i İmrân 133; Hadîd 21. 
8-   Bakara 148.
9-   Mâide 48. 
10- Mutaffifîn 26. 
11- Tevbe 100. 
12- Enbiya 90. 
13- Müminûn 57-61. 
14- İnşirah 7-8.

Yazar : Prof. Dr. Ali AKPINAR

23 Haziran 2013 Pazar

Günah Hastalığının Devâsı

Bâyezid-i Bistâmi (ks) bir gün tımarhânenin
yanından geçerken tabibin ilaç yaptığını görür.
Doktora:
- Ne yapıyorsun öyle? diye sorar. Doktor:
- Delilere ilaç hazırlıyorum, der. Bayezid (ks):
- Günah illetine tutulmuş olanlara, günah 
sebebiyle hasta olanlara da bir ilacınız var mı, diye sorar.

Doktor şaşırıp kalır.
- Ne zor bir suâl sordun. Bir doktora bu suâl sorulmaz ki, deyince Bayezid-i Bistami’ye o anda hafiften bir büyüklük hissi sirâyet eder.
O anda delinin birisi çıkagelir: 
- Efendim, biraz beklerseniz cevâbını ben vereyim, der. Doktor bakar ki sesin sahibi deliliği en fazla olan bir adam. 
Doktor Bayezid’e:
- Gidin efendim, der. 
Deli:
- Allah rızâsı için gitmeyin efendim! Ben derdimin devâsını sizde buldum. Sizin sorduğunuz soruya cevâbı da ben haber vereyim, der.
Deli, belinde bir kasnak, ayaklarına zincirler geçirilmiş bir vaziyette Bayezid’in (ks) yanına gelir. 
Bayezid’e (ks): “Buyurun efendim, buyurun neyi sormuştunuz?” der.
Bayezid (ks):
- Oğlum! Günah sebebiyle insan hasta olur. Hırs var, tamah var; fuhuş, adâvet, riyâ, süm’a, hasetlik, kibir var. Bunlardan kurtulmayınca insan, insan olamaz. Ben, bu derdin devâsını soruyorum.
- Çok güzel bir suâl soruyorsunuz efendim. İnşâallah cevap vermeye gayret edeyim:
 Efendim,
“Tövbe kökünü, istiğfar yaprağı ile karıştırın. Sonra gönül havanında/çanağında tevhid tokmağı ile dövün.
İyice un gibi olsun. Belki içeride irisi kalır; insaf eleğinden de geçirin. Bu şekliyle de tabiî yenilmez.
Bu karışımı da gözyaşı ile yoğurun. Seherde kalkıp boynunuzu Mevlâ’ya bükün. Gözlerinizden yaşlar
dökün. Allâh! Allâh! Estağfirullâh! deyin. Bu hamur da tam olmaz. Mârifet balından katarak kanâat 
kaşığıyla gece gündüz yemeğe ehemmiyet gösterin. Bayezid, delinin gözlerinin içine bakar ve şöyle
der:
"Ehl-i irfânım deyu kimseyi tân etme sen
Defter-i dîvâne sığmaz söz gelir dîvâneden."

Cenâb-ı Rabbi’l-Âlemîn, bizleri mâsivâdan yüz çevirip huzurla kendisini zikreden kullarından eylesin.
(Âmin)
Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allâh’a.

18 Haziran 2013 Salı

İslamî Ölçülere Uygun Düğünler




Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

“Üç kişi vardır ki, onlara yardım etmek Allah’ın üzerine bir haktır. Bu üç kişi şunlardır:

-Allah yolunda cihâda çıkan Mücahid

-Hürriyete kavuşmak için belirli bir bedel ödemesi şart koşulan kişi (Mükâteb)


-İffetli bir hayat yaşamayı arzu ederek evlenen kişi.”(1)

DÜĞÜNLER, TAKVA VE İHLAS ÖLÇÜSÜDÜR

Düğün, baba evinde onyedi yılı aşkın bir müddetle üzerine titrenerek titizlikle yetiştirilmiş taptaze bir gülfidanının yeni goncalar açması için bir başka bahçeye intikali münasebetiyle iki tarafın yaşadığı sevincin ve mutluluğun yakın akrabalar, samîmî dostlar, değerli arkadaşlar ve seçkin davetlilerle paylaşılması olayıdır.

Yepyeni mutlu bir hayatın başlangıcı olan düğünlerimiz, gayet tabiî olarak İslâmî kişiliğin mânevî değerlerimizin, olduğumuz medeniyet anlayışının simgesi olmalı, haramla lekelenmemelidir.

Kadının tesettür şekli; onu kimliğini, kişiliğini, hayat anlayışa, sosyal statüsünü, takvâ ve iffet anlayışını sergilediği gibi, düğünler de düğün sahiplerinin takvâ ve ihlas derecesinin, sahip oldukları hayâ anlayışının açık göstergesi olmaktadır.

Peygamberimiz’in (sav) sünnetinde düğünlerin neşe ve coşku içerisinde, sevinç ve mutluluk çevreye duyurularak alenen icra edilmesi uygun görülmüş, ancak cahiliyet adetlerine uyularak, çalgılı, tesettürsüz, mahrem ve nâ-mahrem ölçüsünün dikkate alınmadığı düğünlere izin verilmemiştir.

Nebevî ölçüler çok açık ve net olmasına rağmen âdet ve geleneklerin ağır basması nedeniyle ve çevrenin etkisiyle günümüzde düğün konusunda müslümanların farklı anlayışlara sahip olduklarını görüyoruz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da “aşırı tavizkâr” ve “aşırt titiz” anlayışın ortasında ideal “itidal” çizgisini yakalama çabaları da yaşanmaktadır.

Her noktada ölçü ve ilke bazında Saadet Çağı›nı örnek alan şuurlu mü›min, gayet tabiî olarak o altın çağdaki düğünlerin nasıl yapıldığını görecek, Peygamberimiz›in (sav) kendisinin, kızlarının ve ashabının tekellüfsüz, israfsız, sade ve nezih düğün şekillerini inceleyecek ve «aile halkına en hayırlı davranışı sergileyen” Allah Rasûlü’nü kendisine örnek olarak alacaktır.

Peygamberimiz (sav) cahiliyet döneminden yeni kurtulan insanlara İslâm’ı tebliğ ederken yaşanmakta olan âdet ve geleneklere, o gün var olan kültürel yapıya sert ve katı müdahalede bulunmamış, sadece toplumu ıslah etme ve yeniden yapılandırma yolunu seçmiştir.

Peygamberimiz (sav) gençlik yıllarında iki defa Nur Dağı civarında koyun güderken Mekke’li gençlerin eğlencelerine katılmak istemiş, her ikisinde def çalınarak şarkı söylenerek icra edilen bir düğünle karşılaşmış, güneş çarpması sonucu uyuyakalmış, Mekke›li gençlerin eğlencelerine katılamamıştır. Peygamberimiz (sav) bunu Allah Teâlâ’nın kendisini kötülüklerden koruması olarak değerlendirmiştir.(2)

Asr-ı saadette yapılan düğünlerde yer yer def çalındığı ve ezgiler söylendiği rivayetleri sahih hadislerde yer almaktadır. Bu düğünlerde söylenen bir ezgide tevhid inancına aykırı sözlere Peygamberimiz (sav) müdahale etmiştir. Peygamberimiz (sav), “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir var” ifadesini duyunca; “Yarın ne olacağını sadece Allah bilir. Siz, bunun yerine “Size geldik.. Size geldik.. Bizi selamlayın.. Biz de sizi selamlayalım, deseniz ya!..” demiştir. (3)

Son derece hassas, takvâ sahibi âlimler her konuda olduğu gibi mûsikî ve eğlence konusunda da titiz bir tutum sergilemişler, Efendimiz’in (sav) bu konudaki sünnetini yorumlarken, düğün ve bayram dışında eğlenceye sıcak bakmamışlardır. İslâm âlimlerinin bu konuda titiz davranmalarına, belki de nefsî arzuların ağır bastığı “eğlencelerde” mübah ve helâl sınırını korumanın zorluğu neden olabilir.

Hadîs-i şeriflerde yer alan müzik ve eğlenceyi sınırlayıcı ve yasaklayıcı ifadeler sebebiyle, İslâm tarihi boyunca genel anlamda eğlence ve mûsikî konusunda “cevaz” veren âlimler daima azınlıkta olmuş, bu âlimler bile daima ihtiyatlı ifadeler kullanmışlar, mûsikî parçalarında kullanılan sözlerin tevhid inancına aykırı olmaması, içki ve fuhuş gibi haramlara özendirmemesi, nağmelerin şehveti gıcıklayıcı olmaması, fitneye sebep olmaması, nâ-mahrem kadın sesi olmaması, (def ve ney gibi nefis üzerinde menfî etkisi olmayan aletler dışında) müzik aletlerinin kullanılmaması gibi şartlar zikretmişlerdir. Kahramanlık marşları, ilahî ve kasideler, kâinattaki güzellikleri anlatan ezgiler gayet tabiî olarak caiz görülmüştür.

 Müzik aletleri konusunda hadîs-i şeriflerde genel ifadeler kullanılmış, def ve ney gibi bazı müzik aletlerine şartlı olarak cevaz ve ruhsat verilmiştir. Sahih-i Buharî’de yer alan “Ümmetimden öyle bir kavim olacak ki, onlar zinayı, ipek elbise giymeyi, içkiyi ve müzik aletlerini helal sayacaklar”(4) hadîs-i şerifi bu konudaki en açık hadîs-i şeriflerden biridir.

Düğünlerde kadınların kendi aralarında eğlenmeleri konusu ise, nâ-mahrem erkeklere görünmeme, haram işlememe, İslâmî edeb ölçülerini ihlal etmeme, fasıkların adetlerini taklit etmeme şartıyla “caiz” görülse bile; düğün eğlenceleri günümüzde genellikle haramlarla içice olduğu ve istismara açık olduğu için “takvâ” çizgisine aykırı görülmüştür.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da fütursuzca cevaz fetvası veren günümüzdeki bazı din adamları, düğünleri mahallî geleneklerin damgasını taşıyan kültürel olaylar olarak nitelemekte, İslâmî anlamda bir düğün icra etme düşüncesi ve kaygısı taşımamaktadırlar. Mânevî ilkeleri bilerek veya bilmeyerek gözardı eden “Topluma Şirin Görünme” mezhebinin temsilcileri “İslâmî Düğün” kavramını bile anlamsız bulmaktadırlar.

İSLAMÎ DÜĞÜN MODELİ

Ancak özellikle büyük şehirlerde birbirleriyle sık sık görüşemeyen kimselerin görüşmesine vesile olan düğünlerde, kalabalığın uğultusu ve çocukların gürültüsünden dolayı en güzide programlar bile gönül huzuruyla izlenememekte, sanki “âdet yerine gelsin” kabilinden bir program uygulanmaktadır.

Düğünlerde miting meydanı gibi bir hatibin inip öbürünün çıkması şeklinde artarda kürsüye çıkan hatiplerin bitmek bilmeyen konuşmaları ne kadar yersiz ve anlamsız ise; istese de istemese de yeteri kadar müzik gıdası(!) alan günümüz insanının, sanki gazinoda imiş gibi, düğün salonunda sadece müzik ve eğlence ile meşgul edilip ona sosyal, ailevî ve mânevî anlamda hiç mesaj verilmemesi de o kadar yersiz ve anlamsızdır.

Üzüntüyle ifade edelim ki, bazı samîmî çabalara rağmen, altını çizerek söylüyorum profesyonel anlamda «İslâmî Sayılabilecek Özgün Düğün Müziği” hâlâ oluşturulamamıştır. İdeal İslâm Ailesi kurmaya talip müslüman gençlerimiz, gayet haklı olarak düğünlerinde arzu edilen anlamda piyasa insanından farklı özel bir düğün programı gerçekleştirmeyi arzu etmekte, düğünlerinde “ihlas ve takvâ” sahibi ilim adamlarının da onayını alan tereddütsüzce ve çekinmeksizin icra edilebilecek İslâmî ölçülere uygun yeni düğün ezgilerinin ve alternatif düğün mûsikîsinin geliştirilmesini istemektedirler.

Bu boşluğun farkında olan birçok hatip, düğün konuşmalarında gayet haklı olarak düğün evinin “matem evi” olmadığını söylemekte, sadece konuşmalarla yetinilmemesini; ölüm ilahîleri ve cenaze marşları yerine mubah düğün ezgilerinin söylenmesini, günümüzde medyatik insanın ilgi alanlarını da dikkate alarak düğüne özgü gülme, eğlenme, şakalaşma, fıkra, mizah, skeç, latife türünden renkli bir programın uygulanması tavsiye etmektedirler.

Her kesimin arzu ettiği müziği bulabildiği bir zamanda, bizim bu konudaki derdimizi anlayabilen sanat ruhlu, mûsikî-şinas kardeşlerimizin; tarihî, millî ve mânevî değerlerimizi ön plana alan yepyeni bir anlayışla, elimizdeki tasavvufî ve mahallî mûsikî parçalarından da yararlanarak, haramlara hiç düşmeksizin, helallerde aşırı gitmeksizin icra edilmek üzere; olan tatlı güfteleri, ince mesajları, ney müziğini andıran lahutî besteleri, kulak üzerinde şehevî ve cinsel etki bırakmayan hoş nağmeleri ile piyasaya alternatif olabilecek “İslâmî Anlamda Özgün bir Düğün Müziği” oluşturmaları samimî temennimizdir.

Kanaatimizce; sesiyle, sözüyle, sevgisiyle, çizgisiyle, fiziğiyle, gönlüyle toplumun azımsanmayacak büyük bir kesimi tarafından kabul gören gibi samîmî, şuurlu, mûsikî-şinas genç kardeşlerimize; ayrıca alternatif programlar icra edilmesini arzu eden düğün salonu işletmecilerine, bu konunun önemine ve ciddiyetine inanan yetki ve imkân sahiplerine, “İslâmî Düğün Modeli” boşluğunu doldurma konusunda büyük görev ve sorumluluk düşmektedir.

DİPNOTLAR:

1) Tirmizi: Fedailü’l-Cihad 20; Nesaî: Nikâh 5; İbn Mace: Itk 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/251, 437;

2) İbn 1 Hıbban, Sahih: 3/56;

3) Heysemî, Mecmeu ‘z-Zevâid: 8/129; Heysemî, Mecmeu ‘l-Bahreyn: 4/178; Taberanî, el-Mu’cemu’s- Sagîr. 1/124;

4) Buharî: Eşribe 6

10 Haziran 2013 Pazartesi

Ehemmi Mühimme Tercih Edelim



Ehem, mühimme tercih edilir. Önemli işlerde, daha mühim olan seçilir. Musa’nın (as) kavmi, kudret helvası ve bıldırcın etinin yerine, yerin bitirdikleri kabak, sarımsak, mercimek ve soğanı tercih ettiler. Allâhu Azîmüşşan, “hayırlı olanı, daha aşağı olanla değişmek mi istiyorsunuz?” buyurdu. (Bakara, 61.)
Ebubekir’e (ra) bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda şu cevabı verdi:
- Bu fazîlete beş şeyle erdim:
1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu tâlib-i dünyâdır. Bir grubu da tâlib-i ukbâdır. Ben ise ne tâlib-i dünya, ne de tâlib-i ukba oldum. Tâlib-i Mevlâ olmayı tercih ettim. Rabbimin rızasına ermeyi her şeyin üstünde tuttum.
2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilâhiyye ile meşguliyet ve onun bana verdiği haz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.
3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdi
 
ği manevî zevk sebebiyle, aşk harâretini söndürmemek için kanasıya su içmedim.
4. Dünya ameliyle âhiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5. Rasülullah’ın (sav) sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O'nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.
Sıddık-ı Azam’ın bu cevabı, ehem, daha mühim olanı seçmektir.
Sefere çıkan, ikamet ettiği yerini terk edip, üç beş gün kalacağı yere yatırım yapmaz. Serîuzzeval, tez gelip geçecek olan dünyaya ahireti tercih, akıl kârıdır. “Fakat siz, dünya hayâtını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16.-17.)
Geneli ilgilendiren konularda, ehem, mühimme tercih edilir. Resul-i Ekrem (sav) Medine Vesikası’nda, bütün kavimleri vatanı korumak için bir araya getirdi. Her kesimin katılacağı noktaları tespit buyurdu. 1974’de Kıbrıs çıkarmasında, muhalefet iktidarla beraber karar aldı. Aralarında oluşan küçük kırgınlıklar kalktı.
İnsan, şekil ve şemail biçimiyle değil, Yaratıcının yaratma sıfatından dolayı sevilir. Aynı havayı teneffüs eden, aynı toprakta yaşayan kimselerde aranan en mühim özelliği takva olarak bildirir Hâlik-ı Lemyezel (cc). “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13.)
İnanan, müminin kıymetini de, kalb ve amel olarak bildirdi Rabbimiz (cc). “Şüphesiz Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar.”
Yaratılanı Yaratandan dolayı, müminleri îman, müslümanları müslim oluş, müttakileri de ittika, Hak Teâlâ’dan korkması sebebiyle severiz. (Allah’ü Teâlâ’ya yemin ederim ki, mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de, mümin olamazsınız. Size, bir amel bildireyim de, onunla birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı yayın!) [Müslim]
İman nimetinin yanında, diğer hatalar görülmez. "Bana Cebrail (as) geldi ve müjde verdi: "Her kim Allah'a ortak koşmadan ölürse cennete girer'' dedi. Ben Cebrâil'e: “Hırsızlık etse de zina etse de mi?'' dedim. O, "Evet hırsızlık etse de zina etse de'' diye cevap verdi.
Bursa’da kaplıcalara gitmiştim. Açık bir hanım kardeşimiz, “Hocam, ben tesettüre riayet etmiyorum, ama çok kapalı kadından kalbim temiz” dedi. Ona şunu demiştim, “Sen örtünmeye dikkat etmeyişinin, o da kalbinin fesadının cezasını görür. “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yapıyorsa, onu görecektir.” (Zilzal)
Özelliğimiz, “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr Suresi) Sûre-i Celîle-i Cemîlesi olsun.
Pusulamız şaşmaz, cetvelimiz doğru çizer, direksiyon ve dümenimiz düzgün olursa, insanlar helake gitmez. “Bir kavm, özlerindeki (güzel hâl ve ahlâk) ı değişdirip bozuncaya kadar Allah şübhesiz ki onun (hâlini) değişdirip bozmaz.” (Rad, 11.) 


ALEMDAR

8 Haziran 2013 Cumartesi

EŞSİZ NEBİYY‐İ ZÎŞANDIR O (SAV)

Görüntünün sağlıklı alınabilmesinde, alıcının vericiyle münâsebeti mühimdir. Ay güneşten istifade ettiği gibi, ruh da İlâhî güçten gıdâsını alır. Vahy-i İlâhî ile Nebîler Nebî, ilhâmât-ı İlâhî ile velîler velî, imanla mü’minler mü’min olur.

Kişi, alâka kurduğu kimselere göre şekil alır. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Rabbânî terbiyeyle, ulemâ ve sülehâ da Peygamberimiz’in (sav) edebiyle kemâle ermiştir.
“Kişi arkadaşının dîni (ahlâkı) üzeredir.” (Hadis-i Şerif) Tâbî metbua, kendisi tâbî olunan, uyulan kimseye göre biçim alır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre amel eden onunla, Sünnet-i Seniyye’ye riâyet eden de, sünnetle edeplenir.
İnsan tabiatında, en mükemmele ulaşma iştiyâkı vardır. Elbisesinin, ayakkabısının, yiyeceğinin içeceğinin, evinin arabasının en iyi olmasını arzular. Tecelli-i ilâhiye tam mazhar olan Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz bize, en güzel emsal olarak taktim edilir. “Şânım hakkı için muhakkak ki size Resûlullâh'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.” (Ahzab 21)
Bütün âleme Peygamber olarak gönderildiği için Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, her yönüyle insanlığa numûnedir. Cebrail’in (as) önünde talim görmesiyle öğrenciye, Ashâb-ı Suffe’dekileri eğitmesiyle muallime en güzel örnektir. Fedek’ten gelen geliriyle zengine, mescidde açlıktan kıvranmasıyla fakire misaldir. Anasını kaybetmesiyle öksüze, babasını hayatta hiç görmemesiyle yetime örnektir. Annelerimizi ve evladlarını terbiye etmekle aile reisine numûnedir. Orduya düzen vermekle komutana, idaresiyle devlet reisine misaldir. Her yönüyle eşsiz bir dehâdır, mükemmel bir rehberdir. Medhedeni Allah Teâlâ olanın, elbette ki öğeni Cenâb-ı Hak’dır. “Ey îmân edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.” Nitekim Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, bir hadisinde hilkatindeki mükemmeliyeti şöyle ifade buyurmuşlardır: “Ben Allâh’ın nûrundan halk olundum, mü’minler de benim nûrumdan halk olundu.”
Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib´den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlullah (sav) Efendimiz, bütün insanların yaratılışça en güzeli idi! Mübarek yüzleri de bütün insanların yüzlerinden daha güzeldi."
Yine Câbir bin Semura demiştir ki: "Ben, bulutsuz bir gecede Peygamber Efendimizi gördüm, üzerinde kırmızı renkte bir hırka vardı. Ben, bir O´na bir de ay´a baktım, bana göre O, ay´dan daha güzeldi."
İbn-i Asâkir´in Ali bin Ebû Tâlib´den olan rivayetinde ise, "soyca da şerefli ve keremli olarak gönderir" kaydı bulunmaktadır. Dâremi´nin nakline göre de İbn-i Ömer şöyle demiştir: "Ben Peygamberimiz´den daha şecâatli, daha cömert, daha güzel bir kimseyi hiç görmedim."
Buhari ve Müslim de Enes’den şöyle naklederler: "Hz. Peygamberin elinden daha yumuşak ne bir ipeğe, ne de ipekli bir kumaşa dokunmuş değilim! Hz. Peygamber´in kokusundan daha hoş ne bir misk, ne de amber koklamış da değilim."
Yine Müslim, Câbir bin Semura´dan nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz (sav) yüzümü okşamıştı. Mübarek eli gayet serin ve misk kutusuna batırılmış gibi hoş kokulu idi."
Beyhaki´nin Yezid bin Esved´den tesbitine göre o da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz elimi tutmuştu. Gerçekten O´nun eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş idi."
Âdile Sultan, N’at-ı Şerife’sinde:
“Yüzün mir’ât-ı ayn-ı kibriyâdır Yâ Resûlallâh Vücudun mazhar-ı nûr-ı Hüdâ’dır Yâ Resûlallâh”
“Allah ve Resûlüne itaat edin birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)
“Âlemlere (Cin ve insanlara ilâhî azap ile) korkutucu (uyarıcı) olarak Furkanı (Kur’ân’ı) kuluna (Muhammed aleyhisselâma) indiren (Allah’ın şânı) ne yücedir.” (Furkan, 1)
“Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Sebe, 28)
“Rabbinin sana verdiği nimetlerle mecnun değilsin. Senin için bitmeyen, sonsuz mükâfât vardır. Elbette sen en büyük ahlâk üzeresin.” (Kalem, 2-4)
“Rabbin sana (çok nimet) verecek, sen de râzı olacaksın! (Duha, 5)
Allah ve melekleri, Resûle salâvat getiriyor, îmân edenler, siz de salâvat getirin.” (Ahzab, 56)



ALEMDAR

1 Haziran 2013 Cumartesi

KUDSÎ YOLUN KAPISI

Allah Teâlâ’nın düşmanlarına karşı yapılan muharebedir cihâd. Hakikat ehillerinin dilinde, Şerî emirlerin yerine getirilmesi için, azgın nefse karşı yapılan muharebenin adıdır cihâd. Kötülükle emreden nefse boyun eğmemektir asıl cihâd. Nefisle anlaşıp, dost olmamak diye de tarif edilmiştir cihâd.
Halkın cihâdı, yükümlü olunan emirleri yerine getirmektir. Seçkin sınıfın cihâdı, kötü ahlâktan güzel ahlâka geçiştir; açlık ve uykusuzluktur; halleri kirlerden arındırmaktır.
Allah Teâlâ’ya kavuşmanın en güzel yolu cihâddır.“Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lutf-ü keremimi) müjdele. (Bakara, 155) âyetinde geçen sıkıntılara katlanıp, Mevlâ’ya ulaşmaktır gâye.
Allah Teâlâ’dan korkup, haramlardan kaçmadıkça, faiz ve zinadan uzaklaşmadıkça İlâhî pâyeye nâil olunmaz.
Mideyi, yasaklanan yiyeceklerden, şüpheli taamdan men etmedikçe, vâsıl-ı ilallah olunmaz.
Varlığını yolunda sarf edip, başı Hak Teâlâ’nın yoluna koymadıkça hiçbir şey hâsıl olmaz.
Yârdan ve diyardan geçmedikçe İlâhî fetih müyesser olmaz.
Senin aşkınla mecnûnum ve lâkin iştihârım yok
Demâdem dâğ-ı hasretle figandan başka kârım yok
Metâ-ı lütfunu almak için sermâyesiz geldim
O türlü bir teh-i destim ki hattâ ihtiyârım yok
Ne ilm-ü marifet verdin ne câh-u menkibet yâ Rab
Bi-hamdillâh ki bir zerre medâr-ı iftihârım yok
Benî nev-i beşer resminde ancak bir heyûlâ var
Cihânda kâm alırdım ben olaydı ger o varım yok
Ne dârım var benim Esad ne de meyl-i diyârım var
Cemâl-i yârdan başka diğer bir intizârım yok.
Divan-ı Esad’dan
Bizim uğrumuzda mücâhede edenler (e gelince:) Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah her halde ihsan erbâbıylı beraberdir.” (Ankebut, 69) Allah Teâlâ için amel yapanlar, hidayet üzerine hidayete mazhar olurlar. Allah Teâlâ için nefsinin ıslahına çalışanlar “Mutmainne” sıfatına ererler. “Ey Rabbine itaat eden huzura ermiş ruh! Dön Rabbine, sen O’ndan O senden hoşnut olarak! Gir kullarımın içine! Gir cennetime!” (Fecr, 27-30)
İlim yolunda gayret edenler, ilme nâil olurlar. Aleyhissalât ü Vesselâm Efendimiz, “Kim ilim öğrenme niyeti ile yola çıkarsa Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır.”
Kim ilim talebesi olduğu halde vefat ederse onun ile nebîler arasında, bir derece farkı kalır ki o da şahadettir.” (Yani ilim talebesi ölürse şehit olarak vefat eder.)
“İlim sahibine bütün varlıklar duâ ve istiğfarda bulunurlar; hatta deniz dibindeki balık dahi rızkımızın artmasına sebep oldu diye ilim sahibine duâ eder.”
“Allah Teâlâ’ya ibadet ve itaat yolunda kim nefsiyle mücahede ederse (gayret gösterirse) gerçek mücahiddir.” buyurur.
Bedeni ibadetle, ibadetin nûruyla da kalbi ihya etmeyi tavsiye eder Ebu Ali ed-Dekkak (ks).
Kim nefsine muhalefet etmezse, “üns” dostluk şarabından bir yudum dahi içemez demiştir arifler.
Mücâhede etmedikçe, nefse galebe çalmadıkça, bu kudsî yolun kapısı açılmaz demiştir marifet ehilleri.
Eğer İlahi lütfa erelim diyorsak:
Lüzumsuz söz etmeyeceğiz,
Uykumuz gelmedikçe, gafletle yatmayacağız,
Açlık hissi duymadıkça, kıtlıktan çıkmış gibi yemeyeceğiz.

ALEMDAR