29 Temmuz 2012 Pazar

Sadıklarla Beraber Olun



Sadakat, her şeyin esasıdır. Her şey onunla güzelleşir. Sadakat; haramileri, yol kesen, adam soyanları bile ıslah eder. Abdulkadir Geylani (ks)’nin, küçücük yaşına rağmen yalanı irtikab etmemesi, soyguncuları tevbekâr etmiştir. Sadakat, mahkemeleri boş bırakır; hâkimleri dinlendirir. Hz. Sıddık (ra)’ın sadakati ve halkını âdil bir şekilde idare etmesiyle, hiç bir suç unsuru görülmez cemiyette. İnançsızlara bile “el-Emîn” dedirtir sadakat. Bütün İlâhî güzelliklerin mâdeni olan Fahr-i Kâinât (sav)’e, düşmanları bile “Muhammedü’l-Emin” demiştir.

AHİRET İÇİN REFERANSINIZ VAR MI?

Doğruluk, bir güvendir. Bir işe alınacak kişi, referansla alınır. İnanılacak bir insanın delaletiyle kabul görür. Dünyada böyle olduğu gibi, ahirette de aynıdır. Enbiyanın, şühedanın, ulemanın şefaatiyle kurtulur insan. İdama götürülen biri, evliyadan Habîb-i Acemi (ks)’nin elini öper. İdam sehpasına çıkmadan adamın af fermanı çıkar. Malını pazarda satamayan satıcı, ilim tahsilinde zorlanan öğrenci, sâdıkların duasıyla hedefine ulaşır. Hayvanını pazara götürmesinde hiçbir alıcı bulamayan derviş, H. Hasan Efendi (ks)’nin duasıyla, pazarda müşterinin hücumuna uğrar. “Seni de Allahü Teâlâ okutsun.” buyurduğu insanlar, âlim olmuştur Biiznillah-i Teâlâ.

BİR NAZAR BİN DUA

Kayseri’nin seçkin dervişlerinden Nâim Hoca bize şunu anlattı:

“Sami Efendi (ks)’nin teşrifinde, kapı çalındı, içeriye tembel bir talebe girdi. Kendi kendime dedim ki: “Eğer Üstazımız bu çocuğa bakarsa bu çocuk âlim olur.” Yavruya nazar ettiler, çocuk önce hafız, sonra İmam-Hatip Okulunda öğretmen oldu.”

Girdiği her yeri cennet eder doğruluk. Aleyhisselat ü vesselam Efendimiz’e yoldaş olan Sıddık-ı Azam (ra) “Atîk” lakabıyla Cehnenem’den azad olmuştur. Sahibine sadakat gösteren köpek cennete girer.

SADAKAT, SADAKAT

Efendimiz (sav)’in mübarek dilinde sadıklar hep vasfedilmiştir. “Emin tacir, Nebilerle, sıddıklarla, şehidlerle haşrolur.” “Âdil devlet reisi, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın gölgesidir.” Ali (ra): Doğruluk, nerde olursa olsun, semada ve arzda Allah Teâlâ’nın kılı kırk yaran bir kılıcıdır. Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ks): Sadakat, son nefeste imanla ölmektir. Doğruluk, Allah Teâlâ için amelde vefalı olmaktır.

Sadakat, âriflerin makamıdır.

EVLİYAYA GÖRE DOĞRULUK

Cüneyd-i Bağdadi (ks) şöyle buyurmuştur:

Doğruluk üç şeydedir.

1- Dilde doğruluk: Hak sözleri söylemek.
2- Şahsında doğruluk: Rahatını düşünmeden bütün varlığıyla azim ve gayret göstermek.
3- Niyette doğruluk: Halinde ihlas ve samimiyetin bulunması.

Ehlullâh katında doğruluk:

Oruç, namaz, zikir, tilavet, azaları koruma, şehevi duygulardan nefsi koruma, iyilikle emir, kötülükten nehiydir.

Doğruluğun temeli ise şunlardır:

1- Dünyaya meyletmeme.
2- Allahü Teâlâ’ya tevekkül.
3- Allahü Teâlâ’nın hükmüne rıza.
4- Sevgide samimiyet.

Bir kısım veliler doğruluğu şu şekilde özetlemişlerdir: İman, tevhid, niyette düzgünlük ve himmetini üstün tutmak.

DOĞRULUK KİMSEYE İHTİYAÇ DUYMAZ

Yaptığı taati göstermemektir doğruluk. Sevgilisi uğruna, gelen oklara bağrını açmaktır doğruluk. Hal ve amel davasından geçip, kendi arzu ve isteğinden uzaklaşmaktır doğruluk. Her şeyin temeli doğruluktur. Bütün hal ve makamlar doğruluğa muhtaçtır. Fakat doğruluk, hiç bir şeye muhtaç değildir. “Ey iman edenler! Allahü Teâlâ’dan hakkıyla korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 120)

Allah Allah İllallah

Published with Blogger-droid v2.0.6

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Kur’ân’ın Düşünce Dünyamızı İnşa ve İhya Etmesi



İnsanın en önemli özelliklerinden biri de onun düşünen ve akleden bir varlık olmasıdır. İşte Kur’ân ayetleri, ikna edici üslubu ile, apaçık delilleri ile, anlatım gücü ile beyinleri donatır, kuşatır ve onları harekete geçirir. Öyle doldurur ve harekete geçirir ki beyinlerden fışkıran enerji söz ve davranışlarla dış dünyaya yansımaya başlar. Bunun için Kur’ân sürekli çalışan, hareket halinde olan ve kullanılan bir akıl ister.

Sürekli insanı düşünmeye çağırır, hem de derinlemesine ve ince ince düşünmeye, “taakkula, tefekküre, tedebbüre, teemümle” çağırır. Bu yüzden de akıl kelimesi yalın olarak Kur’ân’da geçmez, Kur’ân’da akletme ile ilgili kavramlar fiil kalıbında geçer.Kur’ân’ın bu yönünden yararlanabilmek için gönüller gibi, akılların da ona açılması gerekir. Akılların ön yargıların bağından kurtularak özgürce çalışması, Kur’ân’ın berrak ilkeleriyle donatılması, düşüncelerin onunla kurulması gerekir. Bunun için akılların nefis ve şeytanlara kiraya verilmemesi gerekir…

DÜŞÜNEN KALPLER, AKLEDEN KULAKLAR!

Bu konudaki Kur’ân’daki yüzlerce ayetten bir kaçı şöyledir: “Kur’ân’ı derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitler mi var? (47 Muhammed, 24)

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanların akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (22 Hac, 46)

“Size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye.” (69 Kalem, 12)

Aslında insan aklıyla düşünür, kulağıyla da dinler. Ancak ayetlerde kalp ile akletme ve kulakla anlama vurgusu yapılmıştır. Bunun anlamı şudur, bütün organlar kalple irtibatlı çalışmalıdır. Çünkü kalp imanın merkezidir. Organlardan mü’mince eylemlerin sadır olması için onların iman merkezi ile irtibatlı çalışması kaçınılmazdır. Buna göre kalp ile düşünme, kalp ile görme, kalp ile dinleme, kalp ile dinleme, kalp ile eyleme devreye girecektir. Artık düşünmeler, görmeler, duymalar, hissetmeler kalpsiz/ruhsuz/ imansız ol(a)mayacaktır. Zaten gönülle irtibatlı olmayan, gönülden olmayan eylemler ruhsuz, sığ ve seküler kalacaktır.Bunun için kalpte kökleşen iman, tüm organlara ve onlardan sadır olacak davranışlara yansıyacaktır.

Bir örnek verecek olursak, namaz ibadeti gönülden gelmezse, kalpsiz olur ve münafıkça yatıp kalkmaktan ibaret kalır. Tüm davranışlara değer kazandıran niyetlerdir. Niyetlerin asıl yeri ise kalptir. Diğer ibadet ve davranışlar için de durum böyledir. Çünkü kalp, eşyayı aklın nuruyla kavrar. Burada akıl göz mesabesindedir, din ise görmeyi sağlayan ışıktır. Din, aklın yöneticisidir. Dinin yönetim ve denetiminde olmayan akıl her zaman yanlış yapabilir, yoldan sapabilir.

Bunun için hadiste; “Mü’minin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” buyurulmuştur.

Evet, gerçekten de öyledir. Firaset sahibi mü’min, Allah’ın nuruyla, vahyin aydınlığında bakar, anlar ve yorumlar.

AKLIN KAVRAYAMADIĞI

Aklı yöneten ve onu denetleyen din, akla sürekli düşünmeyi tavsiye eder. Bu konuda akla çok büyük bir özgürlük alanı tanır. Ancak yine tamamen aklın menfaatine olarak akıl terazisinin kaldıramayacağı bazı şeylere ölçüsüzce girmesini men eder. Kur’ân’ın müteşabihler dediği alan bu alandır. Bu alan oldukça dardır.Aklın tam olarak kavrayamayacağı şeyler bu dar alanın içerisindedir. Allah’ın zatı, kıyamet, ahiret ahvali, ruhun mahiyeti, vahyin mahiyeti, levh-i mahfuzun mahiyeti gibi şeyler bunlardandır.Nitekim bu konuda ayette şöyle buyurulmuştur: “Sana Kitap’ı indiren O’dur. Onda Kitap’ın temeli olan kesin anlamlı uhkem ayetler vardır, diğerleri de müteşabihlerdir.

Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar:

«Ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır» derler.

Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” (3 Âl-i İmran, 7)

Peygamberimiz de; “Allah’ın nimetleri hakkında derinlemesine düşünün, ancak Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin.” buyurmuştur. Kur’ân, “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (3 Âl-i İmran,191) derken ayakta iken, otururken, yatarken/her halükarda düşün, derinleş, doğru ve güzel düşün, istinbat et/üret mesajı vermektedir. Kur’ân’ın hedeflediği bu akl-ı selîm ve kalb-i selim sahipli doğru düşünmenin gerçekleşmesi için ise takip edilmesi gereken yolları şöyle özetleyebiliriz:

OKU VE YÜKSEL!

Kur’ân oku emri ile başlar, ancak Kur’ân, birden fazla farklı okuma kavramı kullanarak okumanın farklı versiyonlarına ve sonuçta kâmil anlamda okumaya yönlendirir. Şöyle ki Kur’ân kıraat kökünü kullanarak, anlayarak anlamayarak her çeşit okumaya dikkat çeker. Ardından tilavet kavramını kullanarak özellikle anlayarak okumaya, ardından tertîl kavramı ile en ileri derecede hakkını vererek, anlayarak ve yaşayarak okumaya vurgu yapar. Buna göre dünya ve ahrette yükselmek için okumak gerekir. Kur’ân’ın hedeflediği kâmil bir okuma için okuduğunu doğru anlamak ve yaşamak gerekir. Bunun için ise derinlemesine düşünmek, okuyup anladıklarını özümsemek, hazmedip harekete dönüştürmek lazımdır.

Bu konudaki nebevî yönlendirme şöyledir:

“Kur’ân’ı okuyup gereğini yerine getiren kimseye ahirette şöyle denir: ‘Oku ve yüksel.’

Dünyada nasıl ağır ağır okuduysan öyle oku. Çünkü senin makamın, okuyacağın en son ayetin yanıdır.(Tirmîzî, Sevâbü’l-Kur’ân 18; Ahmed, II, 192, 471)

KULAK VER/DİNLE!

Kur’ân’da yer alan pek çok ayet dinlemeyi, ama anlayarak ve gereklerini yerine getirerek dinlemeyi âmirdir. Anlamadan ve gereklerini yerine getirmeden dinleyenleri ise Kur’ân, dinlememişlerle bir tutar. İşte bu konudaki ayetlerden bir kısmı:

“Ancak kulak verenler daveti kabul ederler.”(6 Enâm, 36)

“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.” (7 Arâf, 179)

“Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasınız.” (7 Arâf, 204)

“Kulak veren toplum için bunlarda ayetler vardır.” (10 Yunus 67)

“Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.” (50 Kâf, 37)

“Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık derler.” (67 Mülk, 10)

“İşte Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.” (16 Nahl, 108)

DERİNLEMESİNE DÜŞÜN!

Kur’ân akleden, aklını kullanan, derinlemesine düşünen bir topluma inmiştir. Bu konuda yüzlerce ayet vardır Kur’ân’da. Onlardan bir kaçı şöyledir:

“Düşünmez misiniz?” (2 Bakara 44)

“Pek kıt düşünüyorsunuz.” (27 Neml, 62)

“Düşünen kimseler için deliller vardır.”(2 Bakara, 164)

“Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.” (2 Bakara, 219)

“Kur’ân’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (4 Nisa 82)

“Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.” (38 Sâd, 29)

“Bunlar Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” (47 Muhammed, 24)

Kur’ân’da akletme ile ilgili pek çok kavram kullanılmıştır. Bu kavram zenginliği çok yönlü düşünmeye işaret etmek içindir. Tefekkür-tedebbür-tezekkür-taakkultefakkuh kavramları pek çok ayette geçer. Bu kavramlar arasında çok ince nüanslar vardır, şöyle ki:

Tefekkür: Aklın kullanılması, zihnin bir şeyde yoğunlaşması anlamınadır. Kur’ân aklî delillerden sonra tefekkürü ister.

Tedebbür: Akıbet, arka planını kavrama, derinlemesine düşünme anlamınadır.

Tezekkür: Hatırlama, öğüt alma, özümseme anlamınadır.

Teakkul: Aklı doğru kullanma, aklı duyguların esaretinden kurtarma demektir.

Tefakkuh: Derinlemesine bilmek, anlamak, kavramak anlamınadır.

Bunu şöyle formülize edebiliriz: teffekkür+teakkul=tefakkuh Kullanılan her bir kavram, düşünmenin farklı yönlerine işaret ediyor, çok yönlü düşünmeyi istiyor. Kullanılan bu kavramların hepsinde tekellüf vardır. Bu ise emek verme, beyni zonklatma, zorlama ve yoğunlaşmayı gerektirir. Bu seçiciliği ile Kur’ân yüzeyselsığ düşüncelerden çok, derinlemesine düşünmeyi hedefler.

DOĞRU ANLA!

Bu oku, dinle, düşün emirlerinden sonra Kur’ân anlamayı, ama doğru anlamayı istiyor bizden. Bu konuda o şöyle buyurur:

“Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” (4 Nisa, 78)

“Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar.” (9 Tevbe, 87)

Kıyamet günü geldikleri zaman Allah: «Ayetlerimi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa yaptığınız neydi?» der.” (27 Neml, 84)

Bütün bunlardan sonra Kur’ân, okuyup, dinleyip anladıklarını uygula, yaşa ve yaşat emirlerini verir. Kur’ân bilinçli bir ameli hedefler. Tüm amellerin bilinçli yapılmasını ister.Kur’ân’ın düşünce dünyamızı inşa eden bu açıklamalar ışığında şimdi kendimize şu soruları soralım: Bizim düşünce dünyamız kimin emrinde, biz aklımızı kime/ neye kiraya vermişiz? Bizim okumamızı, duymamızı, düşünmemizi, anlamamızı, kavramamızı sağlayan organlar kalbin, dolayısıyla imanın emrinde mi yoksa başka şeylerin emrinde mi? Sahi bizler, beyni eskir diye düşünmekten korkanlardan mıyız? Bizim akıllarımız, işlevsel akıl mı, yoksa pasif akıl mı?

Akleden, aklını kullananlardan mıyız, yoksa akletmeyen, kıt düşünen, aklını yanlış yerde kullananlardan mıyız? 
 
Yazar : Prof. Dr. Ali AKPINAR
 

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Cennet ehli kadının baş örtüsü?

 

Cennet ehli kadının baş örtüsü?

Cennet ehli kadının başörtüsü dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır, anlamına gelen bir hadis-i şerif var mıdır? Biz tesettürün sadece dünyada olduğunu sanıyorduk?

Hz. Enes’ten nakledildiğine göre, Rasûlullah (asv) şöyle buyurdu.
“Sabahleyin veya akşamleyin -herhangi bir zamanda- Allah yolunda yapılan bir yürüyüş hiç şüphesiz dünyâdan ve dünyâdaki şeylerin hepsinden hayırlıdır. Ve elbette cennette herhangi birinizin yayının arası kadar veya ayağın –basıldığı- yer kadar bir mevki dünyâdan ve dünyâdaki her şeyden hayırlıdır. Şayet cennet ehli kadınlardan bir kadın Arz’a çıkmış olsaydı, muhakkak yer ile gök arasını aydınlatır ve ikisi arasını güzel bir koku doldururdu. Ve elbet o kadının nasîfi, -yani baş örtüsü- (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi) dünyâdan ve dünyâdaki her şeyden hayırlıdır.”(Buharî, Rikak, 51).

Bazı rivayetlerde “kadının tacı” şeklinde geçmiştir.(İbn Hacer, a.g.e).
Buna göre, kadınların severek takacağı cennete uygun güzel bir baş örtüsü, bir güzellik tacı gibi bir örtüyü tasavvur edebiliriz.
Bu hadis gösteriyor ki, kadınlar için baş örtüsü Allah’ın nezdinde çok kıymetli bir değer ölçüsüdür.O halde, baş örtüyü “cennette de peşinizi bırakmaz..” bir bela, bir musibet simgesi olarak değil, “cennette de seve seve takacağınız…” bir güzellik tacı, bir edep ilacı olarak değerlendirmeliyiz
Cennetteki insanların kendilerine has fıtri elbiseleri olacaktır. Bu elbiseler dünya elbiseleriyle kıyaslanamayacak türdendir.

Evlilik, İnsanı Günahtan Koruyan Bir Kalkandır

 

Evlilik, İnsanı Günahtan Koruyan Bir KalkandırEvlilik, insanı günahtan koruyan bir kalkandır. Evlilik, el ele verip doğruya koşmaktır. Evliliğe bu açıdan baktığınızda, izdivacın insanı Allah’a yaklaştırması gerektiği görülebilir.










Delikanlı okulunu bitirdi ve işini kurdu. Artık evlenip çoluk çocuğa karışmak istiyor. Bunun için de düşünüyor ve soruyor: “Acaba kiminle ve nasıl biriyle evlensem?”
Akıl verense çok oluyor: “Evleneceğin kişi şöyle şöyle olsun”. Ama anne ille de güzel gelin istiyor.
Genç kızın da evlenme yaşı geliyor. O da düşünüyor. “Acaba evleneceğim kişide nasıl bir özellik arasam? Dini diyaneti önemli olmalı mı?” Bu anne de kızının bir zenginle evlenip rahat etmesini düşlüyor..
Genç kız da delikanlı da şaşkın.Çünkü eş, insanı saadetin beşiğine götürdüğü gibi; felaketin eşiğine de sürükleyebiliyor.
Kur’an, eşleri tarif ederken, “Onlar sizin için günahtan koruyan bir elbise, siz de onlar için bir elbise hükmündesiniz.” buyuruyor. (Bakara 187) Özellikle de günümüzde bu ayetin daha dikkatli okunması gerekiyor. Çünkü her sokak başında bir ateş yanıyor. Her yerden binler günah insana saldırıyor. Her şey ağız birliği yapmış gibi insanı Allah’tan uzaklaştırıyor.
Allah’a giden yollara barikatlar kurulmuş. Ahiret yurdunu gösteren işaretler ters çevrilmiş. Sefih medeniyetin getirdiği cazibe ister istemez insanları o yoldan alıkoyar hale gelmiş.
Herkes, akın akın “insanın ve bilhasa Müslüman’ın bir nevi cenneti olan aile sığınağından” çıkıp o yöne doğru koşuyor. Sığınaktan çıkan askerin üzerine yağan mermiler gibi günahlar aile fertlerinin üzerine yağıyor.
Kişi evinde oturup TV’sini seyrederken, gazetesini okurken, hatta penceresinden sokağa bakarken bile müstehcenlik ateşi onu yakabiliyor. İşte bu arada eş denilen “elbise” o ateşe perde olmalı. Kişiyle ateş arasında set oluşturmalı. Eşinin üzerine gelen günahlara paratoner olup, onu Allah’a yaklaştırmalı.. Sadece dünya hayatı için giyilen bir elbise değil, kişiyi cennet bahçelerine uçurabilen paraşüt görevi yapmalı..
Çünkü, insan bu dünyaya sadece rahat yaşayıp, zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmemiştir. Onun esas gayesi kendisini buraya gönderen Cenab-ı Hakk’ı tanımak, bilmek ve ibadet etmektir. Dünya yolunda yürüyüp ahiret yurduna varmaktır.
Evlilik de o yol arkadaşını seçmektir. Şayet yol arkadaşı Allah’a yakınsa kişi dünyada da ahirette de huzurlu olacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor:
“Erkek olsun, kadın olsun mü’min olarak güzel işler yapanlara dünyada temiz ve huzurlu bir hayat yaşatırız. Ahirette ise, onları, yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandıracağız.” (Nahl 97)
Asr-ı saadette yaşanan şu olay evliliğin insanı Allah’a yaklaştırması hususunda örnek olsa gerek.
Peygamberimiz (sas), sahabeleriyle birlikte otururken fakir ve muhtaç olanlara vermenin öneminden bahsediyordu. Al-i İmran Suresi’nin 92. ayetini okudu:
“Muhtaçlara ve fakirlere yardım ederken, malınızın kötüsünü değil de iyisini vermedikçe olgun bir imana kavuşamazsınız.
İmanda en yüksek mertebeye çıkmak istiyorsanız, yoksullara malınızın en hoşunuza gidenini bağışlayınız.”
Bu sözler orada bulunanlardan Ebu Talha’yı (ra) can evinden vurdu. En değerli malını Medine’deki hurmalığını ve evini hemen oracıkta bağışladı.
Gülay Atasoy

Dırdırcı Kadın ile Kazanılan Makam

Dırdırcı Kadın ile Kazanılan Makam

Mübarek alimlerden Zenbilli Ali Efendi hanımından hiç memnun değilmiş. Bir gün yolculuğa çıkmış. Yolda giderken, iki kişiye rastlamış. Beraberce yollarına devam etmişler. Bir müddet gittikten sonra acıkmışlar; adamlardan biri, ‘Allah’ım bize yemek gönder’ diye dua etmiş. Bakmışlar ki karşıdan bir adam elinde bir tabak yemekle geliyor. Karınlarını doyurmuşlar. Tekrar yola çıkmışlar; yine karınları acıkmış. Bu Sefer diğer adam dua etmiş, “Allah’ım bize yemek gönder.” Yine karşıdan bir adam elinde yiyeceklerle gelip, bunlara ikram etmiş. Bir müddet daha gitmişler ve yine mola vermişler. Sıra Zenbilli Ali Efendiye gelmiş. Biraz düşünmüş ve sonra şöyle dua etmiş; “Ya Rabbi bu kardeşler kimin hatırı için senden yiyecek istedilerse ben de onun hürmetine senden yemek istiyorum. Bakmışlar ki, karşıdan iki adam ellerinde çeşit çeşit yemeklerle, şerbetler geliyor. Adamlar çok şaşırmış ve , “nasıl dua ettin” diye sormuşlar. Zenbilli Ali Efendi demiş ki, “Önce söyleyin siz nasıl dua ettiniz?” Adamlar, “Biz duamızda “Allah’ım, bize karısının zulmüne sabredip erenler arasına karışan Zenbilli Ali Efendi hürmetine yiyecek gönder” diye dua ettik” demişler. İşte o zaman Zenbilli Ali Efendi, işin farkına varmış. Arkadaşlarına, “Benim yolculuğum burada bitiyor. Evime dönmem gerekiyor” demiş.

O mertebeyi karısının eziyetlerine katlanarak elde ettiğini anlamış.

Kıssadan alınacak ders ile ilgili hadisler:

(Bir mümin, kötü huylu diye hanımına kızmasın! İyi huyu da olur.) [Müslim]


(Kadın, zayıf yaratılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!) [İbni Lal]

(Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belalara sabreden Eyyüb aleyhisselam gibi mükafatlara kavuşur. Kocasının kötü huyuna sabreden kadın da, Hazret-i Asiye gibi sevaba kavuşur.)
[İ.Gazali]



(Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızklarını artırır.) [İ.Lâl]
Hekimoğlu İsmail

pazartesi ve oruç

Iyi hamdolsun :-)
Published with Blogger-droid v2.0.6

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Kıbleyi Bulan Seccade İcat Edildi

İngiltere'nin başkenti Londra'da yaşayan Soner Özenç, kıbleye çevrilince kendiliğinden aydınlanan seccadeyi tasarladı.

Soner Özenç, Müslümanların hayatını kolaylaştıracak tasarımını Türkiye başta olmak üzere dünya pazarına sunmayı amaçlıyor.

Özenç, "elektrikle aydınlanan fosfor baskı teknolojisi" kullanarak tasarladığı ve kolayca katlanabilen "El Seccade"ye sahip olmak için çok sayıda kişinin kendisiyle irtibata geçtiğini söyledi.

Geleneksel ile moderni birleştiren tasarımlar üzerine çalışırken, "El Seccade" fikrinin aklına geldiğini söyleyen Özenç, "Namaz kılarken Mekke'ye yönünüzü çevirmeniz gerekiyor, bunun için kimi zaman pusula kullanılıyor. Bunu düşünürken, ışıklı seccade fikri aklıma geldi. Seccadenin içine bir dijital pusula koysak ve bunu yere koyduğunuzda, ışıklandırmanın derecesi artsa ve azalsa diye düşündüm" ifadelerini kullandı.

Fişe takılarak ya da şarjlı pille kullanılabilen seccadenin ortasındaki cami figürü için İstanbul'daki Sultan Ahmet Camii'nden esinlendiğini söyleyen Özenç, seccade üzerinde cennet ve cehennemi simgeleyen figürlerin de bulunduğunu kaydetti.

Özenç, "ışıklı seccadeye" ilişkin pazar araştırması yaparken bir sonuca varamadığını, çünkü ürünün ne tekstil ne de elektronik ürün olduğunu söyledi. Özenç, "Londra'da en iyi şekilde ülkemi temsil etmeye çalışıyorum. Türkiye'den destek anlamında bu proje için çok ümidimiz var. Hem finansal, hem manevi anlamda. Umarım vatandaşlarımızdan bu konuda destek gelir" diye konuştu. 
 
Tarih : 18.07.2012
Kaynak : Dünya Bülteni

Manevi Diriliş Ayı Ramazan


Ramazan-ı Şerif, ağacın meyvesi, yemeğin tuzu, aşın ekmeğin tadıdır. Tesbihin imamesi, yola çıkan üç kişiden birinin imamı, camide cemaatin öncüsüdür. Mahallenin muhtarı, ilçenin kaymakamı, ilin valisi, ülkenin reis-i cumhurudur. Her kesimi bir araya getiren birliğin simgesidir.

Toplumun yarasına merhem, acısına ortak, neş’esine neş’e, velhasıl her derde devadır Ramazan-ı Şerif. Açlara ekmek, susuzlara su, çıplaklara elbise, ihtiyaç sahiplerine bir ümit kapısıdır. Kardeşliğin bütün boyutudur. Ev, mescid, cami ve cemaatle yapılan evradla bir nefis terbiyesidir.

Zikr-i hafî, kalp zikri, rabıta ve murakabeyle ruhun yücelmesidir. Uzlet, halvet ve itikafla tam bir yoğun bakıma alınmadır Ramazan-ı Şerif. Ramazan-ı Şerif, beynin jimnastiği, kalbin gelişen teknolojiye esir olmamasıdır. Namazı, bedensel bir egzersiz olarak değil, haşyet, azamet-i İlahî’yi tefekkürle eda etmektir.

Zekâtı,helal yolla elde edilen nimetin temizliği olarak görmektir. Haccı, İbrahim’in (as) iradesini Allahü Teâlânın iradesine teslim etmesi şeklinde anlamaktır. Bütün taatleri ruhuyla yapmaktır.Ramazan-ı Şerif, uzun günlerde tutulan oruçla,sigara tiryakiliğinden kurtulunduğu gibi, kin, kibir, hasedlik hastalığından da azade olmaktır.

Oruç, sadece bir fabrika gibi mideyi dinlendirme değil, tavır ve hareketlerimizi de dinlendirmektir.Bir değişimdir.Ramazan-ı Şerif, ilmi üstaddan alma, ilmin bulunmadığı yerde İslamî hayatın kalmadığını bilerek, cehaletten ilme hicrettir. Dinin temizlik üzerine kurulduğunu bilip, maddî ve manevî arınmaya geçiştir.

Sağa sola akan suyun, bağı bahçeyi sulayamadığını görerek, dağınık fikirden vahdeti temin eden fikre dönüştür.Ramazan-ı Şerif, ulvî değerlere saygı, edep, erkân, güzel geçim, sabır, insaf, doğruluk, emanete riayet, üstüne düşmeyen işlere karışmama, ilmiyle amel ve niyetin düzgünlüğüdür.

Ramazan-ı Şerif, ibadet maksadıyla, bedenin sağlığı için bir tıbbıye, tıp fakültesidir. Okunan Kur’ân-ı Kerim cüzleri, evrad ve ezkar ve Ramazan-ı Şerif’in son on gününde itikafa girmekle bir dergâhtır. Kürsü ve minberlerde, görsel cihazlar vasıtasıyla yapılan nasihatlerle bir medresedir.Pişen aştan, fakirlere ikramla aşhane, yolcuların konakladığı kervan saraydır.

Bereketiyle, muhtacın elinden tutan, “Veren El” dir.
 
 Ali Ramazan Dinç Efendi Hazretleri (K.s)
 

Manevî Sofralarından Doyamadan Kalkılırdı



Akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi olan ve doğuştan veli diye tanınan merhum ve mağfur Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (ks) Hazretlerinin duygu ve düşünce ufkunu tespit, tayin ve tarif etmek bizler için oldukça zordur. Onlar için postunda oturur ama kâinattan haberdar olur, derler. Kendi tabiri ile de sanki dünya bir tepsi gibidir, onlara göre.

Müridanının tavsifine göre de kendi yerde, ruhu arşta gezinir. Afakî ve enfüsî hakikatlerin usta bir avcısı ve savunucusudurlar. Ehliyet ve liyakatle birlikte salahiyet sahibidirler de. Onlara verilen tasarruf hak ve yetkisi vardır, onlar Hak canibinden devamlı desteklenirler. İşte tüm bu sebeplerden dolayıdır ki onlara ehl-i hak ve ehl-i marifet denir.

MANEVÎ SOFRALAR

Onu dinleyen herkes onun konuya hâkimiyetine ve ifade gücüne hayran kalırdı. İkna kabiliyeti fevkalade idi. Derinlik ve genişlik boyutu yanına insicam ve sürükleyicilik katılınca ortaya çıkan tablo paha biçilmez oluyor. Dönüşüm ve oluşum bir arada yaşanıyor, doyamadım denilerek bu manevî ziyafet sofrasından kalkıyordu.

Anlatılmaz yaşanır denilen şey orada bir kere daha yeniden keşfediliyordu. Nitekim onu dinleyen bir müftü, hocalık – müftülük başka, mürşitlik – velilik başka olduğunu onu görüp dinleyince anladım, demiştir. Bir başka ilahiyatçı ise yirmi dakikalık bir sohbetinde bulundum, adeta tüm tahsilim boyunca bildiklerimin özetini duydum, demiştir.

Halka açık umumî görüşmeleri yanında baş başa ve hususî görüşmeleri de olurdu. Siyasetten spora kadar çok ve çeşitli camialara mensup insanlarla gerçekleştirilen bu görüşmelerinin diğerlerinden farklı olan yönü hususunda şunları söyleyebiliriz:

Konuşmadan çıkan her bir kişi biz Efendi’yi biliyorduk ve onun için gelmiştik ama böyle bilmiyorduk. Meğer o bir derya imiş. Meğer o siyasetin de ekonominin de sporun da kültür ve sanatın da bir dehası ve teorisyeni imiş. Bizlere öyle şeyler anlattılar ki biz bunları ne üniversite hayatımızda ne de günlük memuriyet ve iş hayatımızda asla duymadık.

İyi ki kötü niyetli şer odakları onların bu özelliklerini bilmiyorlar. Eğer bilseler o kötü emelleri önündeki en büyük engelin kimler olduğunun farkına varırlar da hedef tahtasına bunları oturturlar. Hayırların fethinde ve şerlerin definde onların yaptığı hizmeti hiçbir kişi ve kuruluş yapamıyor ve yapamaz. Zira onlar varis-i enbiyadırlar. Zira onlar Hakk’ın halk için seçtikleri ve sevdikleridirler.

KALPLERİN FETHİ

İslâm’la şereflenmesine ramak kalan bir İngiliz bilim adamı İslâm ile ilgili kafasındaki ve gönlündeki son sorularını Hacı Hasan Efendiye sorar, ondan doyurucu cevaplar alınca da huzurunda kelime-i şehadet getirir. Bu olay onun makasıd-ı şeria’yı layıkıyla özümsediğini ve benimsediğini gösterir.

İşte kemalat budur, işte kâmil insan bunlara denir. Kırık dökük bilgilerle, ipe sapa gelmez sözlerle ve dengesiz hareketleriyle piyasada boy gösterenler nerede, bunlar nerede? Onlar servet, şöhret ve şehvet peşinde iken bunlar sevgi, samimiyet ve hizmet ile insanlığa ışık olma çaba ve gayreti içindedirler.

Kalplerin fethi ile uğraşmak, ülkeler fethiyle uğraşmaktan daha zor ve daha asildir. Bir gönül kazanmak karşısında bir dünya dolusu altının bir zerrecik kadar itibarı olamaz. Hacı Hasan Efendi (ks) bu hususu ifade sadedinde şöyle derlerdi: Dünya bir gölgedir, önüne alırsan ona yetişemezsin. Arkadan alırsan o senin peşinden koşar gelir.

MANEVÎ BABALIK ÜSTÜNDÜR

Yetişkinlik ve olgunluk açısından bilhassa da keramet ve müesseriyet itibariyle hep babası ve üstadı ile kıyaslanmıştır. Babasını geçtiği ve üstadının vekaletine ehliyet kesbettiği kanaat olarak serdedilmiştir. Manevî gücünün ölçüsünü onu tanıyanlar ancak bu tip mukayeselerle ancak ifadelendirebiliyorlardı.

Başka türlüsüne kimse cesaret edemiyordu. Ondaki bu seviye hem ilim ve irfanın, gaye ve hedefinin hem de yetişme ve yetiştirmesinin toptan ortaya konulmasına işaret sayılmış gözüyle görünüyordu. O da onlara olan hürmetini ve minnettarlığını her vesile ile dile getirir asla kendine bir pay ve bir paye çıkarmazdı.

Siz bu işin sorumluluğunun yüklediği ağırlığı ve zorluğu ah bir bilseniz hiç buna heveslenmezsiniz, derlerdi. Manevî babalığı daima üstün tutarlardı. Manevî olan her şeyin maddî olanından öncelikli olduğunun altını çizerler ve dikkatlerin o tarafa doğru çekilmesini isterlerdi.

Böyle olmakla birlikte de asla ruhbaniyete meyil edilmesine de müsaade etmezlerdi.Herkesin iş güç sahibi olması lazım geldiğinin önemi üzerinde dururlardı. Çalışma ve kazanmaya teşvik ederler, tembelliğe ve gevşekliğe geçit vermezlerdi.

DERSLERİNDEKİ İNCELİK

Başta ibadetler olmak üzere İslâm’ın tüm emir ve yasaklarının illet ve hikmetleri konusunda bir hayli malumatı vardı. Yeri ve zamanı geldikçe bunlar üzerinde de dururdu. Özellikle de namazda erkek ve kadınların el kaldırma ve el bağlamalarındaki farklılıkları vs. izah ederler ve dinleyenlerin ibadet ve taatlerinde daha şuurlu olmalarına böylece de bir katkı sağlamış olurlardı.

Şah Veliyullah Dehlevi’nin meşhur kitabı Huccetullah-il Baliğa’daki tarzda açıklamaları onun anlayış kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu göstermesi bakımından ayrıca zikredilmeye değer bulunmaktadır. Neden ve niçinler, hangi ve nasıllar onun sohbetleri arasına serpiştirilmiş olarak sunulurdu.

Dikkatli bir dinleyici velev ki ümmi biri olsa işin mantalitesini ve inceliklerini anlamış ve içselleştirilmiş olarak dersini ikmal ederdi. Zaten âlim ve fazıl olanların dizinin dibinden kalkmak istemeyişlerinin asıl sebeplerinden biri de onun bu ve benzeri ufuk açıcı dersleridir.

SAF VE TEMİZ İSLÂM İNANCI

Önünde tüm insanlık âlemi varmış gibi düşüncelerini söylemekten özel bir haz duyardı. Âlemlerin Rabbinin kulu ve âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamberin ümmeti olduğunun ve İslâm’ın da insanlığın son ve kâmil dini olduğunun bir de kendisinin bir kutb-u cihan olduğunun bilinciyle söz söyler, hal ve hareketlerini ona göre tanzim ederdi.

İslâm’ın büyüklerini insanlığın büyükleri olarak bilir ve görürdü. Onun dağarcığı tamamen saf ve temiz İslâm inancı ve bilgisi ile dolu idi. Yabancı kişi ve kültürler onun nazarında tedavi görmesi gereken bir hasta, tamir edilmesi gereken bir eşya mesabesinde idi. Müslim veya gayr-i müslim herkese kapısını açmasındaki incelikleri buralarda aramak lazımdır.

Mevlana yılı, Yunus Emre yılı vs. adı altında aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ onlar insanlığın huzuruna çıkıyor ve hüsn-ü kabul görüyorlarsa hepsinin değişmez doğruların, temiz yaşantının, güzel duygu ve düşünce sahibi olduklarının tesiri vardır.

Günümüzde ve aramızda yaşamış ve aynı yolun son dönem temsilcilerinin içinde mümtaz bir yeri olan Hacı Hasan Efendinin hayatı, fikirleri ve hizmetleri üzerinde ciddi çalışmalar yapılıyor ve yapılacaktır da. İnsanımızın ve insanlığın buna çok ihtiyacı vardır.Söyleyeceklerini bir şekliyle mutlaka söylerlerdi.

Muhataplarının anlama zorluğu çekmesi halinde ise birkaç defa tekrar etmekten çekinmez, bunu önemserdi. Konu anlaşılmadan huzurundan göndermek istemezlerdi. Açık ve gizli soru ve sorunlarına cevap ve çare bulmaktan ötürü onları memnun etmiş olmanın hazzını tarifi mümkün olmayacak şekilde tadarlar ve bunu da en büyük kazanç sayarlardı.

TASARRUFLARI DEVAM EDİYOR

Genelde İslâmî özelde ise tasavvufî problemi olanların müracaat kapısı idiler. Başka tarikat veya başka cemaat gibi bir ayrıma ima yolu ile bile olsa dahi kimse şahit olmamıştır. Hem kendi ve yakın çevresinin hayatından hem de geçmiş ve tarihî şahsiyetlerin hayatından çok misaller vererek geçmişi günümüze bağladıkları gibi ben görmem ama siz görürsünüz diyerek ileride olacak birçok şeyler de gündeminde yer alırdı.

Benim birçok sırrım ölümümden sonra anlaşılacaktır, buyurarak da bu husustaki kararlılığını ve haklılığını dile getirmiş olurlardı. Hayatı boyunca söyleyeceğini söyledi ve yapacağını yaptı. Yapılması gerekenlerin hayru’l halefi olan muhterem mahdumları Hacı Ali Ramazan Efendi ile gerçekleşeceğinden de hiç şüphesi yoktu.

Ona ve onun yanında yer alanlara güveni sonsuzdu. Gözü arkada olarak gitmedi. Gönlü hoş olarak dünyasını değiştirdi. Fakat Allah’ın özel bir lütfu olarak hâlâ tasarruf sahibi olarak mânâ âleminden evlatları ile ilgileniyor. Rüyasında kendisine soru soran birisine dur da Peygamberimize sorup geleyim, demesi zannederim onu ve yolunu anlatmaya yeter de artar bile.
 
Yazar : Hamdi BOYDAK
 

Ya Rabbi!


Seherde açılan güller hürmetine
Zikrinle dönen diller hürmetine
Rükuya bükülen beller hürmetine
Hacalet nârına yakma ya Rabbi!

Yolunda kâim kullara bağışla
Rızana giden yollara bağışla
Arşına açılan ellere bağışla
Cahîm’in içine sokma ya Rabbi!

Secdeye kapanan başlar hürmetine
Aşkınla sızlayan döşler hürmetine
Gecelerde dökülen yaşlar hürmetine
Gazabınla bize bakma ya Rabbi!

Uhud’da yarılan yüze bağışla
Miraç’ta gören göze bağışla
O anda geçen söze bağışla
Sırattan aşağı dökme ya Rabbi!

Cemi peygamberlerin canı hürmetine
Cihar-ı yâr-i güzînin dini hürmetine
Uhud şehitlerinin kanı hürmetine
Suçlarımızı başa kakma ya Rabbi!

Muhammed Mustafa’nın özüne bağışla
Fatımatü’z-Zehra adlı kızına bağışla
Yetim yetemanın yüzüne bağışla
Huzurunda boynumuzu bükme ya Rabbi!

Kur’ân-ı Kerim’de geçen kelam hürmetine
Mekke, Medine’deki alem hürmetine
Arş, kürsi, levh ü kalem hürmetine
Sualde fazla sıkma ya Rabbi!

İsmi isminle bir yazılana bağışla
Din uğrunda kan döken gazilere bağışla
Kerbela’da can veren kuzulara bağışla
Dinsizlerle nâra sokma ya Rabbi!

Amin!

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (K.s)

Bir Cennet Tasavvuru: Osmanlı Şehri



Zamanımızı geçirdiğimiz mekânlar aynı zamanda içinde bulunduğumuz medeniyetin de yansımaları olmuşlardır. Her toplum ev yapmaktadır ama yapılan binalara biçim veren insanların tercihleri kültürleri ve inanışlarıdır. Kâinatı Allah tarafından insanlara emanet edilmiş olarak gören ve onu korumayı ve güzelleştirmeyi görev bilen Osmanlı medeniyeti mimarî alanda çok önemli değerler ve eserler bırakmış bizlere.

Bu bağlamda Turgut Cansever’in ‘Osmanlı Şehri’ kitabı Osmanlı medeniyetinin şehircilik anlayışını kavramamıza ve ufkumuzu genişletmeye yardımcı oluyor, bizleri Osmanlı şehrinin sokaklarında gezdiriyor adeta. Osmanlı şehrinin daha kuruluş aşaması, neyin tayin edici, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor.

Mesela Fransa’da şehir planlamacısı şehir planını çiziyor, yolların nereden geçeceğini cetvelle gösteriyor ve inşaata başlanıyor. Osmanlıda ise bundan çok farklı bir süreç işliyor. Şehir bölgeyi tanımayan, topografyasını anlamayan plancılar tarafından masa üzerinde çizilmiyor.

Bir şehri kurmak için gelen işçiler ilk önce şehrin hamamını inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami, daha sonra etrafındaki evler ve mahalle inşa ediliyor yavaş yavaş. (s.103)

EVLER ŞEHİR YAPMAZ

Osmanlı dünyasında şehri şehir yapan yalnız evler değil; şehrin konumu, yapıları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, donanım ve bunlar tevzi eden, işleten kuruluşların bütünü şehri oluşturuyor. Mesela şehri konumlandırırken, dağların biçimini ben değiştiremem diyor.

Dolayısıyla şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyor, ayrıca yamaçların serin rüzgarlar aldığını da bilerek, insanının uzak ufuklara bakmasını istiyor ve aynı zamanda insanının ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdar olarak; onlara ev yaptığında yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, karşı dağları seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyor (s.95)

Osmanlı şehri asla Avrupa şehirleri gibi tek sıra halinde birbirinin aynısı binalardan oluşmuyor. Osmanlı şehri sürprizlerle dolu. Binalara birçok açıdan bakabiliyorsunuz. Dümdüz cetvelle çizilmek yerine akarsu gibi evlerin arasında kıvrılan sokaklar buna imkân tanıyor. İnsanı pasifleştiren bir sanat yerine bilinçli bir katılımcıya dönüştüren bir mimari hakim Osmanlı şehirlerinde.

Böyle olunca şehir ‘ahlakın sanatın felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak insanın bu dünyadaki vazifesini en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı bir ortam’a dönüşüyor. Aynı zamanda diğer milletler tarafından imrenilen estetik bir güzelliğe sahip oluyor.

Örneğin 19. yüzyıl Fransa’sının önemli edebiyatçılarından Alphonse de Lamartine Türkiyede geçirdiği 10 küsür sene hakkında yazdığı kitapta “Bu memleketin iki özelliği var ki bunları hiçbir Batılının tasavvur etmesine imkân yoktur.

Birisi bu memleketin temizliği ki hiçbir Batılı böyle bir temizliği tasavvur dahi edemez.İkincisi de memleketin güzelliği.” diyor. Nasıl demesin. Osmanlı şehrinde insanlar evlerinin dış boyasını değiştirirken bile komşusuna danışıyor. Ortak bir karar alıyor. Şehrin uyumunu bozmamaya özen gösteriyor.

İŞTE ÖRNEK KÖY

Osmanlı şehrine en güzel örneklerden biri Balkanlarda, Bosna Hersek’te yer alıyor. Mostar’ın güneyinde ve Neretva nehri üzerinde bulunan Poçitelj köyü mimarisi sebebiyle çevrede ‘ Türk Köyü’ olarak biliniyor. Cami, medrese, imaret ve saat kulesinin yanı sıra incir ağaçlarıyla gölgelenen ufak bahçeli, kubbeli ve üçgen köşeli çatılı, cumbalı taş evler kasabanın genel görüntüsünü oluşturuyor ve yüzyıllar önce inşa edilen bu yapılar hâlâ ayakta durarak bize Osmanlı mimarisinin estetik yönünün yanı sıra sağlamlık açısından da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteriyor.

Evliya Çelebi de 1664 yılında geçtiği Poçitelj’i şöyle anlatıyor:

“(1563 yılında inşa edilen camii hakkında): “Bahçesinde upuzun bir selvi ağacı bulunmakta. Efendimiz İbrahim Ağa’nın bir atası tarafından bu parlayan cami dikilmiş. Suyun yanında, kent duvarları boyunca onun şerefli erkek kardeşi yoksul vatandaşlara gündüz ve gece bedava ekmek ve çorba dağıttığı imaret inşa etmiş.

Perşembe akşamları, o baharatlı et ve lezzetli ve tatlı pirinç yemekleri dağıtır. Allah istedikçe imaret böylece kalacak...

Kasabada mekteb (ilkokul) bulunmakta. Daha sonra efendimiz İbrahim medrese inşa etmiş ve hamam ve hanlar yapmaları için zanaatkârlar göndermiş. Evler birbirlerinin üstüne ve batıya doğru nehre bakacak şekilde inşa edilmiş. Çok fazla ceviz ağacı bulunmakta. Hava koşulları ılıman olduğundan, diğer kasabalara göre daha iyi meyveler yetişmekte.”

ŞEHİR ADINA KATLİAM YAPILIYOR

Balkanlarda Osmanlı şehri özellikleri korunmaya çalışılırken maalesef Tanzimat sonrasında ülkemizde şehircilik adına katliamlar yapılıyor diyebiliriz. Bugün mimarlar iki bina yan yana gelince birbirleriyle ilişkisinin ne olacağını düşünmüyor. Eskiden evler birbirinin manzarasını kapatmamak için özenle inşa edilirken şimdi gökdelenler yüzünden gökyüzünü dahi göremiyoruz neredeyse.

Alışveriş merkezlerinde öyle steril ortamlarda yaşıyoruz ki rüzgârın esintisini bile hissedemiyoruz. Doğa ile irtibat kuramıyoruz. Evin penceresinden uzak ufukları seyretmek, bir ağacın İlahî iradeyle her mevsim nasıl değiştiğine şahit olmak artık mümkün olmuyor.

Tamamen doğadan kopmuş ‘yaşam alanı’ dediğimiz mekânlarda geçiyor günlerimiz. Belki de bir gün Wall-e filmindeki gibi her şeyi içinde barındıran ama kapalı ve klostrofobik mekânlarda yaşayacağız. Yeni yapılan mimari eserlerle artık şehirlere kimlik veremiyoruz.

Çünkü Osmanlı şehirleri gibi bütüncül bir üslup yakalayamıyoruz. Kâinat içinde dünyayı güzelleştirme görevi yerine, ‘insanları etkileyerek ve daha fenası insanların hislerini istismar ederek bu bayağılığın sanat olduğu zannını halka kabul ettiren, bunu yaparak kazanç ve itibar sağlamayı gizlice hesaplayan’ insanlar yapıyor binalarımızı.

‘İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir’ diyor Eflatun. Doğu kültürü ise sanatı sadece seyredilen değil ‘yaşanan’ olarak tanımlıyor. Osmanlı şehirleri de işte insanın bu en güzel erdemiyle yaşanabilir mekânlar inşa etmesinin en güzel örnekleri oluyor.

Günümüzde de eğer Osmanlı evi baz alınıp 17. yy Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir.
 
Yazar : Sümeyye EROĞLU
 

Kur’ân’ın, Aileyi İnşa ve İhya Etmesi



Aile, toplumun temelidir. Güçlü toplumlar, güçlü ailelerden oluşur. İnsanlığın hayatı aile ile başlamıştır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'ınıza hürmetsizlikten sakının.” (4 Nisa, 1)

Buna göre, aile insanlık için Yüce Yaratıcının bir lütfudur. İnsanlığa düşen, bu nimeti, onun asıl sahibinin ölçüleri doğrultusunda kurması ve yaşatmasıdır. Hayvanlar başta olmak üzere diğer varlıklarda da aileye benzer bir yapı varsa da insanlığın aile kurumu, insanlığa özel ve özgündür.

Aile yuvasının kuruluşu, yaşatılması ve sonlandırılması konusundaki temel ilkeleri bizzat Yüce Rabbimiz belirlemiştir. Aile yuvası, aile fertlerinin ölümü ile sona ermeyen güçlü ve devamlı bir bağla fertleri birbirine bağlar.

ALLAH’IN EMRİ, PEYGAMBERİMİZİN KAVLİ

Aile yuvası Allah’ın emri ve Peygamberin kavliyle kurulur. Kur’ân, aile yuvasının nasıl kurulacağını, kimlerle hangi şartlarda evlenilip evlenilemeyeceğini bizlere açıklamıştır. Yine o, bize gizli dost/metres hayatı yaşamanın haram olduğunu kesin bir şekilde bildirmiştir:

“Sakın, kapalı evlenme teklifi sırasında, iyi söz söylemeniz dışında, onlarla bir gizli buluşmaya sözleşmeyin ve farz olan bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamağa kalkmayın ve bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. O'ndan sakının ve yine bilin ki, Allah bağışlayandır, halimdir cezâ vermekte aceleci değildir.”(2 Bakara, 235, ayrıca bkz. 4 Nisa, 25, 5 Maide, 5)

Yine kitabımızda, hangi kadınlarla, hangi şartlarda evlenilip evlenilemeyeceği ayetlerde açıklanmıştır. Aile hayatı cennette de devam edecektir. “(O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır.” (13 Rad, 23)

“Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar.”(36 Yâsîn, 56)

“Ey ayetlerimize inanan ve Müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de.Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz!” (43 Zuhruf, 68-70)

Bu yüzden aile fertlerinin, aidiyeti/nesebi, borçları, alacakları, miraslarıyla ilgili hak ve sorumluluklar, duaları ölümlerinden sonra da devam eder. Kur’ân, ailenin sağlam temeller üzerinde meşru bir biçimde kurulması, huzurlu bir şekilde varlığını sürdürmesi için gereken bütün tedbirleri alır.

Onun asıl hedefi ailenin, cennete kadar devam etmesi ve orada da sürmesidir. Kur’ân İslâm ailesini kuran temel ilkeler koyar.Buna göre nikâh ibadettir. Bu ibadetin öncesinde ve sonrasında yerine getirilmesi gereken şartlar, erkân ve âdâp vardır. Bunları belirleyen nefislerimiz ve çevre olamaz. Bunları, dinin yegâne sahibi Şâri’ hazretleri belirler.

Her ibadet gibi nikâhın da dışındaki ve içindeki şartları vardır. Şöyle ki evlenecek olanlar öncelikle nikâha ilmen, aklen, bedenen hazırlanmalıdır. Ardından meşru bir dünürlük, nişanlılık ve düğün merasiminden sonra Allah’ın emri peygamberin kavliyle/ Allah adına, peygamber onayı ile dünya evine girilmelidir.

Bu muhteşem sözle ve besmele ile temeli atılan yuvada, verilen sözlere sadık kalınmalıdır. Bunun için yuvada bireyler, sürekli vahiyle beslenmelidir. Eşler, birbirlerini Allah’ın emaneti olarak görmelidirler. Birbirlerine yapabilecekleri sözlü ve fiilî her çeşit haksızlığın, emanet sahibi Yüce Allah’a karşı yapılmış olacağını asla unutmamalıdırlar.

Nikâh ibadetini bozan, onu zedeleyen her türlü söz ve davranıştan uzak durmalıdırlar. Kur’ân bir ayetinde, İslâm ailesini temellerini şöyle belirler:

“O'nun ayetlerinden biri de, size nefislerinizden, sakinleşeceğiniz eşler yaratması ve aranıza sevgi ve acıma koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (30 Rum, 21)

Ayetten şu mesajları çıkarabiliriz:

Aile, bizlere Yüce Mevlâ’nın erişilmez kudretini hatırlatan, O’nun ölçüleri doğrultusunda yaşamamıza katkı sağlayan bir ayet, bir kurumdur. Bu kurumunu iki temel ayağı vardır. Meveddet ve rahmet. Bunlar, kadın ve erkeği birlikte tutan iki cazibe sebebidir. Kâinat cazibe yasası ile ayakta durduğu gibi, aile yuvası da bu iki cazibe ile ayakta durur.

Karı kocanın yaşlanması/hastalanması gibi sebeplerle ailede meveddet azalsa bile, merhamet hiç azalmaz. Meveddet azalsa, merhamet artar ve bunlar birbirlerini dengede tutarlar. Meveddet ve merhametin kaynağı el-Vedûd ve er-Rahman olan Yüce Allah’tır.O’nunla irtibatlı olan sevgi ve merhamet dolar. O’ndan uzak olan sevgi ve merhamettenyoksun kalır.

Aile gücünü O’ndan alır, O’nun ölçülerine uymakta bulur. Evlilik, yalnızca karı koca arasında kurulan bir birliktelik değildir. Mutluluğu, onlardan başka pek çok insanı (çocuklar, anne babalar ve diğer akrabalar) mutlu eden; mutsuzluğu da onlardan başka pek çok insanı mutsuz eden bir kurumdur.

Aile yuvası, mutluluğu ve mutsuzluğu yalnızca karı kocayı ilgilendiren bir kurum değildir. Ailenin huzurlu bir şekilde devam etmesi için ilkeler koyan Kur’ân, problemlerin söz konusu olması halinde onların çözümü için önerilerde bulunur. Aile ayakta duramaz hale gelmişse çıkış yolları gösterir.

Aile yuvasında kadına ayrı bir önem verir. Kadınlar anlamına gelen Nisa suresi başta olmak üzere pek çok ayette kadınların hak ve sorumlulukları üzerinde ısrarla durur.

ÇARE TÜKENİNCE

Boşa(n)ma, çarelerin tükendiğinde başvurulan bir çıkış yoludur. Peygamberimiz boşamayı, Allah’ın en sevmediği helal olarak niteler. Yine o, yeryüzünde bir boşama gerçekleştiğinde, Mele-i Alâ’nın titrediğini söyleyerek, boşamanın ne denli bir illet olduğuna dikkatleri çeker.

Ne var ki İslâm, insanları problemsiz bir hayata yönlendirirken muhtemel problemleri de çözen bir dindir. İşte bu noktada o boşama ruhsatına kapı aralar. Ancak bu ruhsatın, hiç kimseye zarar verilmeden kullanılması için gereken tedbirleri alır, uyulması gereken kuralları belirler.


Tüm çareler tükendiğinde ve aile yuvasının sona ermesi söz konusu olduğunda, karı koca, çocuklar ve diğer akrabalar zarar görmeden yahut en az zararla ailenin sonlandırılabilmesi için, boşanmanın bile ilkelerini koymuştur, Kur’ân. Bunun için bir Kur’ân suresinin ismi Talak suresidir.

Kur’ân’ın aile yuvasını sürdürebilme ile ilgili olarak belirlediği esasları veciz bir şekilde ifade eden ayetlerinden üçü şöyledir:

“Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine yetkindirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır.
Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yüce'dir, büyüktür. Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz,
erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin;
bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Doğrusu Allah her şeyi Bilen ve haberdar olandır. ( 4 Nisa, 34-35)

“Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler kıskançlığa meyyaldır. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan yakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır. ( 4 Nisa, 128)

Ayetlerde şu hususlar öne çıkmaktadır:

Ayette hanımlar “salihat” “kanitat” “hafizat” nitelemesiyle, iyi, uyumlu, aile değerlerini koruyan eşler olmaya yönlendirilmektedir.Ailede sorun kadın kaynaklı da olabilir, erkek kaynaklı da. Serkeşlik (nüşuz), erkek için de söz konusudur, kadın için de. Ancak Kur’ân, nüşuz kaynağı olan kadın yahut erkek için pratikte uygulanabilecek ve tarafların hayrına olacak çözümler önerir.

SORUNLARIN AŞAMALI ÇÖZÜMÜ

Ailede kadın kaynaklı sorun çıktığında ise Kur’ân sırasıyla şu yöntemleri önermektedir:

Önce mev’ıze-i hasene yani Kur’ân ayetleriyle/ yöntemiyle en güzel öğüt verme ile sorun çözülmeye çalışılır. Bu fayda vermezse bu sefer ikinci aşamada eşler arasında mesafeli duruş yöntemi uygulanır, yani eşler bir süre birbirlerine küs dururlar. Bu süre içerisinde, kendilerini dinlemeye ve birbirini anlamaya çalışırlar.

Bu aşamada da sonuç alınmazsa aile sırları dışarıya açılmadan terbiye yöntemi denenir. Bu yöntem Sünnet tarafından sınırları belirlenmiş sınırlı bir müdahaledir. Yine sonuç alınmazsa hakemlere müracaat edilir. Kadın tarafından ve erkek tarafından, tarafları bilen ve amacı ıslah etmek olan ehil bilirkişiye başvurularak sorunu çözmeleri istenir.

Bu aşama da fayda vermezse artık çareler tükenmiş demektir ve son çare olarak Allah’ın en sevmediği helal olan talak gündeme gelir. Yürümeyeceği anlaşılan bir yuvada eşlerin birbirlerine haksızlık etmeleri ve yuvayı devam ettirmek için zorlama çabalarla birbirlerini incitmeleri, hayatı birbirlerine zindan etmeleri yerine yuvanın meşru bir şekilde sonlandırılması yolu açılmış olur.

Görüldüğü gibi dayak ve talak, problem zuhur ettiğinde hemen ilk başvurulacak yöntemler değildir. Aksine, çareler tükendiğinde son olarak başvurulacak yöntemdir. Nitekim Peygamberimiz de eşleriyle bazı problemler yaşamış ancak bunların çözümünde ne dayak, ne hakeme başvurma ve ne de talaka başvurma olmuştur.

Annelerimizle yaşanan problemler, ilk yöntemlerle çözülüp tatlıya bağlanmıştır. Allah Resulü ise, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizler için en güzel örnektir. Evet, Hayat Kitabımız, alıcısını kendisine çevirmiş olanlar için, İslâm ailesini inşa ve ihya etmeye devam etmektedir.
 
 
Prof. Dr. Ali AKPINAR

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Evlilik Dediğin Böyle Olur

Hifa hatun
Medine’nin kadınları hem güleryüzlü, hem de güzeldirler. Ancak Hifa Hatun başka güzeldir ve bambaşka gülümser. Öylesine sıcakkanlı ve öylesine samimidir ki kadınlar onu canları gibi severler. Oğlu, abisi, erkek kardeşi olanlar akraba olmaya kalkar, hatta bazıları beylerine ister. Onu ciddi ciddi sıkıştırır, araya hatırlıları koyup, izdivaç teklif ederler.

Hifa Hatun’un methi hızla yayılır ve çoook uzaklara gider. Bırakın hekimleri, tüccarları; vezirler, sultanlar sıraya girer. Ancak o Necaşi gibi bir İmparatoru bile reddeder sadece ve sadece Allah’ın rızasını diler. Ama taliplerin ardı arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer, kimi eşiğine cevahirler döker. Yüz kızıl tüylü deveyi getirip kapısına bağlayanları mı sorarsınız, yoksa saray anahtarlarını önüne atanları mı? Hifa Hatun bütün bunlara dönüp bakmaz bile, Efendimizin huzuruna çıkıp:
“Ey Allah’ın Resûlü” der, “Bana cennete götürecek bir şeyler öğretsene.“
Doğrusu o, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘gündüzleri oruç tut’ ya da ‘geceleri namaz kıl.’ gibi bir tavsiyede bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat “Önce evlenmen lâzım” buyururlar, “zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!”

Hifa, büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve “Siz kimi münasip görürseniz ben ona razıyım” der. Mâlum, o sıradan bir hanım değildir ve onu nikahına alacak erkeğin de “özel” olması gerekir. Lâkin Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne kimseye ümid verir, ne de kimsenin ümidini kırar. Her zamanki gibi basit ve pratik bir çare bulur: “yarın sabah mescide ilk gelenle evlen.” buyururlar.

Bu teklifi herkesin hoşuna gider, talipler erken kalkmak için tedbirler düşünür, kendilerince hazırlık yaparlar. Bu haberi elbette Hazreti Süheyb de duyar ama dikkate almaz. Zira o fakir ve kimsesiz biridir. Evi yurdu yoktur ve karnını zor doyurur. Kah ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine kıvrılır. Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgar sert esse ayaklarını yerden kaldırır. Ama bakın şu işe ki o gece Allahü Teâlâ bütün sahabelere derin bir uyku verir, Hifa Hatun’un talipleri gözlerine çöken ağırlığa yenilirler.Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi imsak sökerken mescide gelir ve büyük bir merakla talihli sahabeyi bekler. Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge uzar ve Süheyb içeri girer. Resulullah Efendimiz namazdan sonra Hifa Hatunu çağırtıp neticeyi bildirir. Hazreti Hifa büyük bir teslimiyetle kabul eder. Efendimiz güzel bir hutbe okur ve nikah akidlerini yaparlar. Sonra şanslı sahabeye döner “Ey Süheyb” buyururlar, “şimdi hanımına bir hediye al ve tut elinden evine götür.”
Suheyb Radıyallahu anh ellerini çaresizlikle iki yana açar “İyi ama” diye mırıldanır, “benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var.” Hifa Hatun kocasının boynunu büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybe gönderir ve “filanca yerdeki köşkümü sana hediye ettim.” der. Alemlerin Efendisi çok hislenir onlara hayır dualar ederler. Süheyb, o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama doğru utana sıkıla konağa sokulur. Kendisi için hazırlanan muhteşem sofradan ya bir, ya iki hurma alır.
“Ya Hifa” der, “Biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece mihnetim. Ben şükretsem gerek, sen sabretsen gerek. İster misin şu geceyi taat ve ibadetle geçirelim, zira Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) “Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar.” buyurdular.

Ve öyle de yaparlar. Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile aydınlatırlar. Cebrail Aleyhisselam olup biteni Resulullah Efendimize anlatır ve onları Allah’ü Teâlânın cenneti ve cemaliyle müjdeler. Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz Suheyb’i yanlarına oturtur “Ey Süheyb” buyururlar, “geceki halini sen mi anlatırsın ben mi anlatayım?” Süheyb gözlerini kucağına indirir, zor duyulan bir sesle “Allah’ın Resulü en iyisini bilir.” cevabını verir.
Efendimiz onlara “ne mutlu size” gibilerinden bakar, “İkiniz de cennetliksiniz.” buyururlar, “ve Allahü Teâlâyı göreceksiniz!”
Süheyb derhal secdeye kapanır ve “Ya Rabbi!” diye yalvarır, “Sen ki beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!”
Allahü Teâlâ bu yanık duayı kabul eder, Suheyb, secdede kalakalır. Mescidde bulunanlar ağlamaklı olurlar. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Size daha şaşılacak bir şey söyleyeyim mi? Şu anda Hifa Hatun da ruhunu Hakk’a teslim etti.” buyururlar.
Namazlarını, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o yüce Server kıldırır. İkisini yan yana toprağa bırakırlar. Baş uçlarına küçük bir tahta çakarlar.
Birine “Şükredenlerden Süheyb” yazarlar, öbürüne “Sabredenlerden Hifa!

Risale-i Nur Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir?


      Kur’ânın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’i bir şekilde, çekici bir uslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
Yirminci asrın Kur’ân Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak mâneviyatı câmi ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

      Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve ‘Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim’ deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar âli seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaatı bakımından ve istikbalimizin selameti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ce şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türk’ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i te’lif olamaz. Bizler, ancak Rıza-yı İlâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakiki mukabele ve ücrettir.

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır.
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını beyan ve izah ve isbat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’ânın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannîd feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.
Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütâlâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’ânın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.
Risale-i Nur!.. Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış… Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor… En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor…
Risale-i Nur!.. Nurlu bir külliyat… Yüzotuz eser… Büyüklü küçüklü risaleler halinde… Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir… Aklı ve kalbi tatmin eder… Kur’ân-ı Kerim’in yirminci asırdaki lâfzî değil – manevî tefsiri…
İsbat ediyor!… Akla gelen bütün istifhamları… Zerreden güneşe kadar îman mertebelerini… Vahdaniyet-i İlahiyeyi… Nübüvvetin hakikatını…
İsbat ediyor!… Arz ve Semavatın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın haikatından, Haşir ve Ahiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar… Akla gelen ve gelmeyen bütün îmanî meseleleri en kat’i delillerle aklen, mantıken, ilmen isbat ediyor… Pozitif ilimlerin müşevviki… Riyazi meselelerden daha kat’i delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları izale eden bir şaheser…

12 Temmuz 2012 Perşembe

Gelenlerin Boş Dönmediği Kapı


Bir dua uzağındayım 

Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur’a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar.
Vâli dedi ki:
– Hepsini hapsedin!
Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp:
”Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!” diye duâ etti. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek’at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu:
– Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?
Müdür dedi ki:
– Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor.
– Hemen adamı buraya getirin. Demirciyi vâlinin yanına getirdiler.
Vâli hâlini sorup, durumu anladı ve dedi ki:
- Senden özür diliyorum. Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel!
Demirci şöyle cevap verdi:
-Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
– Neden gelemezsin?
– Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten Sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü?
İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!

Oruç Tutmanın Tıbbi Açıdan Faydaları

           Dünyanın saygın bilim dergilerinden American Journal of Clinical Nutrition dergisinde 1993 yılında yayımlanan bir çalışma, Ramazan ayında HDL-kolesterol (iyi kolesterol) seviyelerinin önemli ölçüde (%30) arttığını ortaya koymuştur.            Annals of Nutrition and Metabolism dergisinde yayımlanan bir çalışmada da (2), Ramazan esnasında, Ramazan öncesi döneme göre, serum total kolesterol düzeylerinin ortalama % 7.9 civarında azaldığı bulunmuştur. Benzer şekilde, trigliserit düzeylerinin % 30 azaldığı; serum HDL kolesterolün % 14.3 arttığı ve LDL kolesterolün (kötü kolesterol) % 11.7 azaldığı bulunmuştur. Sonuç olarak, Ramazan esnasındaki beslenme davranışının, plazma lipit ve lipoproteinlerini olumlu yönde etkilediği ifade edilmiştir.
European Journal of Clinical Nutrition dergisinde yayımlanan bir çalışmada ise (3), Ramazan ayında HDL kolesterol seviyelerinin önemli ölçüde (%23) arttığı gözlenmiş ve oruç tutmanın plazma HDL kolesterol seviyelerini artırmak için ilaçsız ve çok etkili bir yöntem olduğu açıklanmıştır.
Dünyanın en önemli klinik biyokimya dergilerinden biri olan Clinica Chimica Acta dergisinde yayımlanan bir çalışmada ise (4), Ramazan orucunun serum apo B seviyelerini azaltırken, serum apo AI (apolipoprotein AI) seviyelerini artırdığı bulunmuştur. Elde edilen bulgulara göre, Ramazan’ın serum apolipoprotein metabolizmasını olumlu bir biçimde etkilediği ve bunun kalp-damar hastalıklarını önlemeye katkıda bulunabileceği sonucuna varılmıştır.
Türkiye’den Fehime Benli Aksungar ve ark. (5,6) tarafından yapılan iki ayrı çalışma, Ramazan’da HDL düzeylerinin arttığını; D-Dimer, IL-6, CRP ve homosistein seviyelerinin ise düştüğünü göstermiştir. Buna dayanarak, Ramazan orucunun vücudun inflamatuar durumu ve kardiyovasküler risk faktörleri açısından olumlu etkileri olduğu bildirilmiştir.
Ramazan’da LDL-kolesterolün azalıp, HDL-kolesterolün arttığı, son olarak 2009 yılının Mart ayında yayımlanan bir çalışmada daha (7) belirlenmiştir.

Kaynaklar:
(1) Maislos M, Khamaysi N, Assali A, Abou-Rabiah Y, Zvili I, Shany S. Marked increase in plasma high-density-lipoprotein cholesterol after prolonged fasting during Ramadan. Am J Clin Nutr. 1993 May;57(5):640-2.
(2) Adlouni A, Ghalim N, Benslimane A, Lecerf JM, Saile R. Fasting during Ramadan induces a marked increase in high-density lipoprotein cholesterol and decrease in low-density lipoprotein cholesterol. Ann Nutr Metab. 1997;41(4):242-9.
(3) Maislos M, Abou-Rabiah Y, Zuili I, Iordash S, Shany S. Gorging and plasma HDL-cholesterol–the Ramadan model. Eur J Clin Nutr. 1998 Feb;52(2):127-30.
(4) Adlouni A, Ghalim N, Saïle R, Hda N, Parra HJ, Benslimane A. Beneficial effect on serum apo AI, apo B and Lp AI levels of Ramadan fasting. Clin Chim Acta. 1998 Mar 23;271(2):179-89.
(5) Aksungar FB, Eren A, Ure S, Teskin O, Ates G. Effects of intermittent fasting on serum lipid levels, coagulation status and plasma homocysteine levels. Ann Nutr Metab. 2005 Mar-Apr;49(2):77-82. Epub 2005 Mar 29.
(6) Aksungar FB, Topkaya AE, Akyildiz M. Interleukin-6, C-reactive protein and biochemical parameters during prolonged intermittent fasting. Ann Nutr Metab. 2007;51(1):88-95. Epub 2007 Mar 19.
(7) Lamri-Senhadji MY, El Kebir B, Belleville J, Bouchenak M. Assessment of dietary consumption and time-course of changes in serum lipids and lipoproteins before, during and after Ramadan in young Algerian adults. Singapore Med J. 2009 Mar;50(3):288-94.